Bu bir imdat yazısı… Lütfen okur musunuz?

YAYINLAMA: 25 Ağustos 2015 / 20.00 | GÜNCELLEME: 25 Ağustos 2015 / 20.00

Boşuna yere tepinip duruyoruz yıllarca… Hiç düşündünüz mü;  “-Yaşadığımız bunca sorunun ben neresindeyim?” diye… İyi ya da kötü her şey kendi eserimiz değil mi?

Oluşacak iyi bir örneği daha başlangıçta sahipleniyoruz, katkı verdiğimiz için gurur da duyuyoruz, öyle değil mi? Böyle de olmak gerekir. Ama bir başka  “kötü örnek”te gelişmeyi önleyecek hamleyi/girişimi daha başlangıçta yapıyor muyuz?

İlk örnekte “güzelliği sahiplenme” konusundaki heyecanımızı nedense gelişecek bir kötülüğü daha başlangıçta önlemede duyarsızlık dünyasına dalıyoruz. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın” kötü anlayışını sığınak yapıyor, seyirci rolünde kötü gelişmeleri bir yerleri siper edip; kimilerimiz “kötü örnek” olmuyorlar mı?

İsterseniz kendi kendinize sorun bu soruyu… Ya da yaşadığımız toplumuna dışarıdan objektif bir gözle bakınız.

İki-kötü her olay, iyi-güzel her sonuç bizim eserimiz değil mi?

                                                                                  ***

Geçen hafta sonunu turizm ilgililerinin dikkatini  -nedense-  çekmeyen Bey Pınarı yaylasında geçirdim. Kadim dostum, turizm aşığı, bu toprakların yetiştirdiği başarılı işadamı,  değerli insan Selim Güven’in çağrısı üzerine çocukluğumun yaz aylarını yaşadığım yaylalarda biraz olsun soluklanıp, dinleneyim dedim.  İyi yapmışım. Yaz ortasında kıyı kesiminde nemden, sıcaktan bunalan her kişi bence hafta sonlarını biraz olsun rahat soluklanmak için yaylalara çıkmalı… Oralarda dolaşıp sağlık açısından oksijen depolamalı…

Bey Pınarı,  Büyük Liman yöresi (Vakfıkebir, Tonya, Beşikdüzü),  Düzköy ve Akçaabat halkının yüz yıllardır yaz aylarında soluklandığı 2 bin rakımlı bir yayla… Kısacası yayla olarak tarihi bir geçmişi var. Havası hoş…  Yaz aylarında her türlü ihtiyacınızı karşılayacak küçücük bakkal, manav dükkânları, kasabı, çay ocağı oluşmuş zaman içinde…  Ekmek, gazete ve benzeri ihtiyaçlar her gün Vakfıkebir’den gelen minibüslerle temin ediliyor.          

Benim aradığım, tam bir dinlenme yeri burası…

Buraya kadar çok güzel de, sonrasını düşününce içim kararıyor. Biliyorsunuz, son yıllarda “Karadeniz  turizmi” üzerine çok şey yazılıyor, reklâmlar yapılıyor. Deniliyor ki,  Karadeniz’de dağ turizmi teşvik edilecek”…  Cek’li, cak’lı  söylemler…  Geleceğe yönelik/matuf bu sözler çokça söylene dursun… Ama bilinsin ki, sadece Beypınarı değil, çoğu yaylalarımız bir istila hareketi ile karşı karşıya bulunuyor.

Hangi yaylaya çıksanız gözünüze çarpan mali güce göre yapılmış iki, üç hatta daha çok katlı köşkler/konutlar. Sayıları da yıldan yıla artıyor.

                                                                                     ***

Oysa yaylalar devletin mülkü, mera kapsamında… Yolları yapılırsa yaylarımız kıyıya bir-bir buçuk saat uzaklıkta… Böyle bir doğa zenginliğini/güzelliğini bizler kendi kafamıza göre çarpık görüntülü konutlarla dolduruyor ve yarın için içinden çıkılması hayli sorun yaratacak durumlar yaratıyoruz bugünden… Peki, madem ki dağı-taşı, Karadağı, Sisi dağını, dağda uluyan kurdu, ayıyı “Büyükşehir Ailesi” içine aldık, o zaman buralara niçin sahip çıkmıyoruz? İllâ 40-50 yıl sonra mı aklımız başımıza gelsin bekliyoruz?

Ne mi yapalım? Benden ucuz akıl: Sadece Bey Pınarı değil, tüm yaylalar için Toplu Konut İdaresi’nden tek tip (yaylalara uyacak) dubleks, tripleks  ev planları yapılıp uygulanmalı… “Yaylalarda toplu yerleşim alanları” şimdiden kurulmalı. Yaylalar için butik çarşılar, örnek alış-veriş dükkanları tesis edilmeli…

                                                                                     ***

Siyasal amaçlı kurulan “Büyükşehir” uygulamasının belki de en rahat, en ucuz ve de en verimli/başarılı uygulaması yaylalarda örnek yerleşim alanları yaratmak olacak… Ama, kimilerimiz “Benim de yaylada  konağım/köşküm olsun” sevdalanmasını önce yenmemiz gerekecek bunu için… Bu yazımı tüm yaylalarımız için bir imdat çağrısı kabul ediniz lütfen…

Bu bir imdat yazısı… Lütfen okur musunuz?