EMİTT Fuarı ve Van
Emitt uluslararası turizm fuarı geçtiğimiz hafta istanbul’da TÜYAP’da yapıldı. Zaman olarak tam kışın ortasına denk gelen fuar, her sene olduğu gibi içimizi, gönlümüzü, gözümüzü açtı.
Açık söylemek gerekirse bu sene şehir olarak katılanlar pek parlak ve coşkulu değildi. Emitt’e şehirlerin yanısıra kaza, kasaba ve köylerin bile katıldıklarını yazayım. Belediye başkanları fuara hazırlanmaktan bıkıp, usandılar galiba… Halbuki kendilerini tanıtmak için ele geçmez bir fırsat.
Fuarın ilk açıldığı gün, berbat bir hava vardı. Fırtına şeklinde sulu sepken kar yağıyordu. Hatta, “giderim de dönemez miyim acaba?” diye epey endişelendim. İçerisi koskocaman kapalı bir alan olduğu için, dışardaki hava ile igili herhangi bir görüntüye, bilgiye, duyuma sahip olmanız söz konusu değil… O nedenle de “hava daha da bozarsa dönerim” şansınız yok! Zaten içerisi yani fuar, size fazlasıyla meşgul ettiği için,erken bırakma gibi bir durum da olmuyor. Hatta, benim gibi tekrar ikinci kere gitmek zorunda da kalabiliyorsunuz.
TÜYAP’ın bütün holleri açılmıştı… Yani fuar, kapalı alanın tümünü kaplamıştı desem, yanılmam herhalde. Hollerden birinde Aksaray ili vardı ve yerde iki tane kocaman sevimli kopek yatıyordu. İlin, neresi olduğuna dikkat etmeden “aaa bunlar Kangal değil mi?” dedim. Adam: “hayır! Bunlar Aksaray Malaklısı” dedi. Gerçekten yüzlerine, patilerine dikkatlice bakınca Kangala hiç benzemediklerini gördüm. Malaklı, yerel lisanda “dudak” demekmiş. Derleme sözlüğüne baktığımda da bazı yörelerde “malak” kelimesinin: yüz, alt dudak anlamlarına geldiğini de tesbit ettim. Bunlar, kocaman kafalı, asık suratlı, hatırı sayılır büyüklükte patileri olan çoban köpekleri. Daha önceleri Kangal olarak satılıyormuş. Sonra, itirazlar üzerine ayrılmış, şimdi kendi ismiyle yetiştirilip satılıyor. Yurdumun yanlış yönetilmesi yüzünden o canım sürüler kalmasa da, çoban köpeklerinin neslinin sürüyor olması memnuniyet verici… Bu arada, Tarsus’da da “çatalburun” ismiyle daha ziyade avda ve hassas koku alması nedeniyle narkotikte kullanılan başka bir kopek cinsi olduğunu da buraya yazayım.
Osmaniye standı pek hareketliydi bu sene. Yer fıstığı yetiştirdikleri için bu sektöre bayağı yatırım yapmışlar ve güzel ürünler de elde etmişler. Yer fıstığını, bitter, beyaz ve şekerli çikolatanın içine koymuşlar, çok başarılı olmuş. Yabancı bir ülkeye ve utanılacak bir yere: “bu ürün benim memleketimde yapılıyor” diye göğsünüzü gere gere götürebilirsiniz. Tuzla kavurdukları iri yer fıstıklarını gayet şık ambalajlara koymuşlar, hoş duruyordu. Osmaniye’de zeytinyağı da üretiliyormuş, aldım ama tadına bakmadım henüz. Yer fıstığını değişik ürünlerde değerlendirmişler. Hem ambalajları şık dı, hem de tadları güzeldi.
Kadirli, Osmaniye il olunca, oraya bağlanmış. Pazarda “Adana turpu” diye satılıyor, gayet güzel bir turp. Meğer Kadirli’de yetiştiriliyormuş. Verdikleri broşürden anladığım kadarı ile Kadirli’de turpun yansıra, yer fıstığı, karpuz, mısır, buğday ve zeytin de yetiştiriliyormuş. Turp yetiştiriciliği, 5000 kişiye ekmek kapısı olmuş. Alırken, “bu turplar niye ıslak?” diyordum. Fotoğraflarına baktım, turplar toplandıktan sonra akarsuda yıkanıp, çamurlarından arındırılıyorlar. Islak ıslak ambalaj yapıldıkları için de son tüketiciye gelirlen doğaldır, ıslak geliyorlar.
Allah rahmet etsin, Erdoğan Şahinoğlu Adana valisi iken ne kadar uğraşmıştı, yer fıstığını işleyecek bir tesis kurdurtmak için… Yöre toprakları çok verimli olduğundan tarımı geliştirmek için ne kadar çaba sarftetmişti… yattığı yerde rahat uyusun, kendine ideal edindiği herşey gerçeğe dönmüş…
Çatalca Kaymakamlığı erguvan tohumlarını ambalajlamış dağıtıyorlardı. Her kesede bir tohum var. İki tane aldım. Kendilerinin dediği gibi bahçeye ekeceğim bakalım çıkacak mı? Erguvan, baharda eflatun çiçekler açan şahane bir ağaç biliyorsunuz. Tohumdan üretildiğini bimiyordum. Ben çocukken, Mennan ailesinin Zerdalılık/Başkaral civarındaki evlerinin bahçesinde çok sayıda erguvan ağacı vardı. O eflatun çiçekler, ağaçta kaldıkları sürede benim çok moralimi düzeltirlerdi.
Hatay standında künefe döküyorlardı. Bir taraftan da künefe ikram ediyorlardı. Künefe yapma işi, çok ilginç olduğu için, bir sürü seyircisi vardı. Bu tür gösteriler bence çok faydalı. İnsanlar, beğenerek yedikleri bir ürünün nasıl imal edildiğini görürlerse, o yiyeceği daha çok severler diye düşünüyorum.
Gaziantep standında çok güzel kravatlar vardı, eşim bayılarak satın aldı. Ben ise, gazetede okuduğum “bakır müzesinden bazı parçalar Emitt’te sergilenecek” haberine takıldığım için bakır sergisi aradım ve bulamadım! Gaziantep standından birisi “ihtimal, Bayazhan standındadır” dedi. Oraya gittim ve küçücük Bayazhan standındakiler hayretle yüzüme bakıp “bizimle ne ilgisi var, siz ne sorduğunuzun farkındamısınız?” dercesine yüzüme baktılar. Netice olarak, pek merak ettiğim bakır kapları görememenin hayal kırıklığını yaşadım. Demek ki insanlara inanmamak lazım… Herkes ciddi olmuyor. Bir fuara katılmak kolay değil. O işi başaramazsanız bir açıklama yapar, “katılacaktık ama, iptal ettik” dersiniz o kadar basit.
Van standında rehber, acenta sahibi turizmci arkadaşlarım Ferzan, Fatoş ve Murat varlardı. Onlarla depremi konuştuk. Fatoş, İstanbul’lu olduğu için depremin hemen ardından çocuğunu alıp, İstanbul’a gelmiş. Şimdi, geri dönmeyi pek istemiyor! Haksız mı? Çadıra, soğuğa ve meşakkate kim dönmek ister? Fatoş’u ilgi ile dinledim. Ferzan’la konuşurken de fark ettim, acımamız, aşırı ilgimiz onları rahatsız ediyor! Fatoş, hoş bir şey anlattı: “Ben turizmciyim biliyorsunuz. Bir hava yolu var, Van’a uçan… Uçağa bindiğiniz andan itibaren size çeşitli şeyler satmak için aşırı çaba sarfederler. Depremden sonra, İstanbul’a dönerken aynı havayoluna bindim. Satmak ne kelime, tam tersi bize ikram üzerine ikram da bulundular. Ağırıma gitti, bize acıdıkları için öyle davrandıklarını düşünüp, uçağın içinde ağlamaya başladım.” Fatoş, olayı bana naklederken de ağlayarak anlattı…
Ferzan ise, ben de dahil dostlarının aşırı ilgisi karşısında şaşırıp kalmıştı… Bir taraftan ilgilenildiği için memnun, diğer taraftan Van’ı çok seviyor, orada iş yapmak istiyor. Nitekim bir acentası var ve bölgeyi en iyi bilen rehber dersem yanılmam herhalde… Deprem, sadece binaları değil, ruhları da yıkmış… Ferzan’ın söylediğine göre, sürekli artçı deprem oluyormuş. Kendisi, evinin oturulmayacak halde hasarlı olması nedeniyle iş yerinde yatıp kalkıyor. Deprem olunca, masanın altına giriyormuş! Bir keresinde, masanın altında oturmaktan bıktığı için kalkıp, kentte dolaşmış… Vakit geçmediği gibi deprem de bitmemiş. Sonra tekrar ofisine dönüp, “aaamaaaaan ölürsem ölürüm” deyip, kendine yatak yaptığı masanın üzerine çıkıp uyumuş!
Yıkık, dökük hasarlı evlerden eşya çıkarmak, Van’da yeni bir sektör doğurmuş Ferzan’ın söylediğine göre. İnsanlar kendilerine yeni bir hayat kurarken eşyaya ihtiyaçları var. Gerçekten de var olan eşyanızı kullanamamak ne kadar güç ve acı bir durum… Ferzan, bu sektörden faydalanmak konusunda kararsız. “Ya, adam eşyamı çıkarırken, duvar yıkılır, veya başka bir kaza meydana gelirse?” diyor.
Yolumuzu Van’a çevirip, turizm sektörünü desteklememiz gerekir… Halen ayakta kalan ve emniyetli güzel oteller var…