GÖNÜLDEN GÖNÜLE KONUŞMAK

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Güneşli bir Pazar sabahı Sara’yı Bey Mahallesi’nde gezdirdik. Tudyalı Konak’tan yürüyerek ayrıldık, önce Sara ve arkadaşlarına caddeye inmesini ve şehir merkezine gitmeyi öğrettik. Sara, halen yenilenmekte olan evlere hayran kaldı. Dar sokaklarda yürürken kendince epey geleceğe yönelik getireceği gurmeler üzerine planlar yaptı. Eski Kayacık ilkokulunda Zeynep Nacaroğlu ile karşılaşınca pek sevindim. Daha doğrusu o bana sahip çıktı, çok memnun oldum. Zeynep, annesi gibi ressam, küçük yaşdaki çocuklara resim yapmasını öğretiyordu.
Amerikan gelen misafirlerimize “hoşgeldiniz” koktelylini Anadolu Evleri’nde verdik. Koktelyle hazırlık yaparken Metro mağazası Gaziantep’deki şarap çeşitlerini bize aktarmadığı için, abim Metro’ya gidip çeşitleri bana telefonla yazdırdı. Yazdığım yerli çeşitleri şarap uzmanı ve Türkiye şaraplarını yurt dışında tanıtan Taner Öğütoğlu’na gösterdim. Bana bir tadım listesi yaptı. O listeye göre şarapları aldık ve Taner’in bize belirlediği sıraya göre açtık. Yine hazırlık sırasında ben, Türkiye’nin dört bir tarafından peynir getirtmiştim. Tadlarına bakma şansım olmadı, ama üreticelere güvendiğim için korkmadan aldım. Ayvalık’tan Kars’a; Antakya’dan Van’a, Erzincan’a kadar derlediğim yurdumun peynirleri harikaydı... Peynirleri, Murad Uçaner, daha önce kafe işletme tecrübesi olduğu için büyük dikkatle gayet güzel dilimledi. İkram ettiğimiz şaraplar da ülkenin dört bir yanından getirilmişti ve peynirlerle pek uyum sağladılar.
Burada bir saptama yapmak istiyorum... O da şarap konusu... Ülkemize turist olarak gelen, bir batılı veya Japon için şarap ve muhtemelen ilk kez deneyeceği rakı çok önemli. Ama, bizim ülkemizde özellikle de şarap, “haram ve yasak” olarak algılanıyor. Bu nedenle de üzerinde büyük vergiler var biliyorsunuz. Hatta, bir maliyecinin, bir şarap üreticisine söylediği şöyle bir diyalog da var: “Yahu sen aklıbaşında bir adama benziyorsun. Daha gençsin, şarap üretmekten vazgeç, başka bir iş yap. Yoksa tepende olmaya devam edeceğiz”. Aslında ülke insanları olarak şarap içme kültürümüz de yok, burası da bir gerçek. Alkollü herhangi bir içeceğe “kafa bulma” aracı olarak baktığımız sürece, şarap kültürümüz de gelişmeyecek. Bütün engellere rağmen, şarap üretimi; şarap bağlarına yatırım yapanlar; evde veya çiftliklerinde butik olarak şarap üretenlerin sayısı hızla artıyor. Ve artık ülkemizde gerçekten iyi şaraplar üretiliyor. Ancak, dış ülkelerle kıyaslandığında fiyatları çok yüksek. Evet, şunu söylemek istiyorum, turizmin gelişmesini istiyorsak, şarap kültürümüzü de geliştirip, lokantalarda içilebilen güzel şaraplar bulundurmak ve olaya batılı gözüyle bakmak zorundayız.
Allahtan Gaziantep’te Metro var... Yoksa, bütün şarapları da alıp, Gaziantep’e göndermek zorunda kalacaktım. Gezdiğimiz ortamların hepsinde şarap olmadığı için şarabımızı kendimiz alıp, taşımak zorunda kaldık. Bir batılıya, bir Japon’a veya yemeğiğle şarap içmek isteyen herhangi bir yabancıya ortamda neden şarap olmadığını anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zor bilesiniz... Gazlı ve zararları bilimsel olarak kanıtlanmış bütün içeceklerin her yerde rahatça satıldığı ülkemizde vücudumuza faydalı, alkol derecesi düşük, fermente üzüm suyu olan şarap maalesef çoğu ortamda yok...
Amerikalı gurme misafirlermiz, güzel ülkemizin peynir ve şaraplarını tattıktan sonra gurme gezisinin ilk deneyimini İmam Çağdaş Lokantasında yaşadılar. Burhan Bey, çok güzel bir mönü yapmıştı... Misafirlere İmam Çağdaş yemek kültürünü, kebabları ve baklavayı sıkmayacak şekilde anlattım. Yemeğin sonunda dikkat ettim, tabaklarda ne varsa hepsi silinmiş süpürülmüştü. Guruptan bazıları Çağdaş’ı o kadar beğendiler ki, Anadolu Evleri’nde kalanların bazıları, neredeyse arta kalan zamanlarını Çağdaş’ta geçirdiler. İçlerinden birisi, Amerika’da çok ünlü bir üniversitede profesör olan Dr. Mitchell, resmen o kebab çeşitleri ve baklavayla aşk yaşadı! Anadolu evleri yakın olduğu için ben serbest kalınca Burhan Bey’in yanına uğruyordum ve bakıyordum ki Dr. Mitchell’de orada... Kendisine dedim ki: “Alanınızda uzmansınız, size iş bulmak zor olmaz... Çağdaş’ın yanında bir ev tutalım, Gaziantep’te yaşayın.” Bana dedi ki: “Sen dalga geçiyorsun ama, ben ciddi düşünüyorum! Gaziantep’te yaşamam için ayda ne kadar paraya ihtiyacım olur? Esnaf, çok dürüst ve mükemmel. Burada kendimi çok emniyette hissediyorum, emekliliğimin bir kısmını burada geçirmemem için hiçbir neden yok!”.
Evet, gerçekten misafirlerimiz Gaziantep’te kaldığımız sürece bana sık sık, “kendimizi çok güvende hissediyoruz, ilk kez gelmemize ve kent hakkında çok şey bilmememize rağmen, kendi başımıza gezmeye çekinmiyoruz”. Bunun kanıtı olarak; iki hanım misafirimizin boş kalan zamanlarını Tahmis kahvesinde kağıt oynayarak geçirdiklerini söyleyerek belirtmek isterim. Anlaşılan kahvede kağıt oyunu oynayan diğer insanlarla da bayağı entegre olmuşlar ki, bana sürekli “hoçkini anlatır mısın, nasıl oynanıyor?” diye soruyorlardı. Tahmis kahvesinde ki hoş bir deneyimi daha yazmak isterim: Misafirlerden bir çift, menengiç kahvesi içmek üzere bir akşam üstü kahveye gitmiş. Salon erkeklerle dolu olduğu için misafir hanım, içeri girmek istememiş. Ancak, Tahmis’de görevli bir garson, yanlarına gelip, hanımefendinin oturabileceği bir kadın bölümü olduğunu anlatmayı başarmış. Kadın bölümüne gittiklerinde bakmışlar ki sekiz kadar hanım, oturmuş nargile içiyor.
Bu sefer de çiftin erkek olanı “benim bu kadar kadının içinde erkek olarak oturmam doğru olur mu?” demiş. Garson onu da anlamış ve adamı kadınların arasında rahatlıkla oturabileceği konusunda ikna etmiş. Bütün bunları yazmamın nedeni, aslında insanların lisan kadar gönülle anlaştıklarını anlatmak için. Tahsin kahvesinde çalışan garson, İngilizce bilmiyor... Ama gönül adamı... İngilizce bilmese de gönlüyle konuşuyor Amerikalılarla... Gerçek turizm bu aslında... Gönülden, gönüle konuşmak...
Misafirleri Elmacı Pazarı’na ilk götürdüğümde özellikle nar ekşisinin gerçeğini almalarını sağlamak için büyük çaba sarfettim. 40 kişi bana pazarda satılan yiyecek maddelerinin ne olduğunu tek tek sordular. Hiç bıkmadan, usanmadan aynı sorulara defalarca aynı cevabı verdim.
Kendi biber salçamı aldığım yere götürdüm, biber salçasının tadını pek beğendiler ve belki inanmayacaksınız ama özellikle acı olanını aldılar! Amerikalı gurmeler, Antep’te kaldıkları sürede Elmacı Pazarı’na defalarca gittiler, neredeyse bütün yiyeceklerin tadına baktılar ve hepsinden aldılar! Bu arada, Zincirli Bedesten’de (eski hal) satılan yerli kutnu kumaşını da beğenenler vardı. Birisi, alıp Amerikan Servis olarak kullanacağını söyledi. Kutnuyu satan genç hanıma anlattım. Çünkü kutnu, yapısı gereği belli ölçülerde dokunuyor.
Genç hanım, konuyu hemen anlayıp, herhangi bir ücret almadan kutnuyu Amerikan servisi haline getireceğini söyledi. Üstelik de bana söz verdiği saatta hazır etti. Misafirlerimizden bir hanım da çeşitli yüzükler almıştı. Onları nereden aldığını bilemedim, ama gerçekten pek şıktılar. Birisini bana gösterip, “ben bunu arkadaşlarıma Osmanlı stili olarak tanıtmak istiyorum, yapabilir miyim?” dedi. Ben de “yapabilirsin, Osmanlı diyebilirsin” diye onayladım!

GÖNÜLDEN GÖNÜLE KONUŞMAK