Bilinç, Duygu ve Anlam Tırpanı…

İnsanın kendini anlamaya başlaması, belirli bir tarihsel noktaya sabitlenemez. Hatta bu başlangıcın yakın tarihe ait olduğuna dair bilgiler çoğu zaman yanıltıcı ve yetersizdir. Oysa insan, kendi gelişimini ilk fark ettiğinde, varlığını da anlamlandırmaya başlamıştı. Çünkü kişinin dünyaya hazırlanabilmesi, dünyanın gerçekleriyle başa çıkabilmesi için önce kendine yönelmesi kaçınılmazdı.
Elbette tüm sorulara yanıt bulmak bir ömre sığmaz. Zira hayat, dinamik yapısıyla her zaman yeni sorular üretir. Bu nedenle yorumlama ve anlamlandırma sürecinde bir “varış noktası” da yoktur. Yaşam, her adımda kendini başka bir formülle yeniden icat eder.
İnsanın üzerindeki çeşitli iktidarlar hep var olmuştur: doğa, toplumsal yapı, düşünsel baskılar, ekonomik zorunluluklar ve tanımlanamayan varlıksal iktidarlar... Bu iktidarları kırma arzusu ise insanı “bilme”ye ve “anlamaya” yöneltmiştir. Özellikle toplumsal iktidar, kendi birliğini sürdürmek adına bireyin bilişsel, algısal ve duygusal yetilerini etkilemeyi tercih etmiş; kimi zaman da bu yetileri simüle etmiş, duygusal sömürüyü güçlendirmiştir.
Bunun sonucu olarak istemediğimiz birçok felaketin insanın "doğal hali" olduğuna razı gelir hale geldik. Başımıza gelen yıkımların “fıtrat” gereği olduğuna ve bu düzenden sapmanın daha büyük sonuçlar doğuracağına inandırıldık. Bilincimiz ve üretici yönlerimiz bu koşullar altında törpüleniyor. Böylece kendimizi, sistemin sunduğu dar bir çerçeveye kolayca hapsediyoruz. Bu durum, yaşamımız sürdükçe kendini tekrar ediyor.
Nietzsche ve Foucault gibi düşünürler, davranışlarımızı belirli bir kalıp içinde değerlendirme ihtiyacımızın, otoriteyi haklı çıkarma ya da meşrulaştırma güdüsünden değil, onun dışındaki bir "güç istenci"nden kaynaklandığını savunurlar. Onlara göre “bilmek” ile “eylem” arasındaki doğrudan ilişki, bu süreçte el konulan en önemli değerdir.
Düşünelim: Bugün dünya üzerinde devasa bir finansal egemenlik var. Bu yapı; zihinlerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi kendi ekseninde döndürmeyi başarıyor. Bu güce hizmet etmeyen her tepki ya da düşünce, “eski kafa” ya da “geçersiz teori” olarak dışlanıyor.
Bu sistem içinde; insan ihtiyaçları ile kâr çatışıyor, yoksullukla zenginlik arasındaki uçurum derinleşiyor, ekolojik yıkımlar her kıtada etkisini gösteriyor. Bu yapının temsil ettiği oran dünya nüfusunun %10–15’ini bile bulmazken, gezegenin gidişatını belirleyen esas güç olmaya devam ediyor.
Sistem krizlere girdiğinde, kısa vadede çıkış yolları buluyor. Ancak her "çıkış", insanlık ve doğa için yeni krizlerin tohumlarını ekiyor. Sözde iyileştirme politikalarıyla; sosyal, ekonomik, sağlık ve eğitim alanlarında reform yapıldığı iddia edilse de gerçekte milyonlarca insan daha çok çalıştırılıyor, daha fazla yoksullaştırılıyor. “İnsanca yaşamak” ve “insanca çalışmak” gibi temel haklar giderek elimizden alınıyor.
Bu düzen devam etsin diye daha az yürüyor, daha az uyuyor, daha az dinleniyor, daha az dayanışıyoruz. Sevdiklerimizle daha az vakit geçiriyor, kolektif duyguyu kaybediyoruz. Üstelik tüm bunlara “modern gerçeklik” deniliyor. Çağın gereği olduğu iddia ediliyor. Bu gerçeğe direnmek zor olsa da topluca ikna edilmeye hazır hale geliyoruz. Çünkü sosyal, kültürel, ekonomik ve tüketim odaklı önceden hazırlanmış kalıplar, farkında olmadan üzerimize geçiriliyor.
Bu tersyüz edilmiş yaşam yasaları, en temel haklarımızı geçiştiriyor. Fakat her yara, her kriz ve her düşüş, bizi öz doğamıza yeniden dönmeye çağırıyor. Aynı zamanda, bu baskı ortamını sorgulama ve yapısal dönüşümleri başlatma imkânı da sunuyor. İşte tam bu noktada, objektif sezgi ve gerçekçi yorumlar; bizi özgürleşmeye taşıyabilecek güçlü bir dalgaya dönüşebilir.
Tüm bu tablo karşısında elimizde kalan en kıymetli şey, hâlâ sorgulayabilme ve düşünebilme isteğimizin olmasıdır. İnsan, ne kadar kuşatılırsa kuşatılsın, ne kadar tüketimle oyalanırsa oyalansın, bir yerde olumsuza sabrı ve dayanıklılığı bitiyor. Kendini aşındırana karşın olumluya yönelme ihtiyacını insanın içinde saklıdır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz krizleri yalnızca ekonomik ya da politiktir deyip, geçemeyiz. Anlam krizleri ile de karşı karşıyayız. Bu yüzden çözüm de yalnızca dışsal değil, içsel bir dönüşümle mümkün olacaktır. İçimize gömülen, bize unutturulan o özgür irade, düşünme ve sorgulama cesareti yeniden hatırlandığında; bireyler olarak değil, bir bütün olarak değişim başlatabiliriz.
Unutulmamalıdır ki; tarih boyunca her büyük dönüşüm, önce küçük bir fark edişle başlamıştır. Ve her fark ediş, zincirlenmiş bilinci özgürleştirmenin ilk adımıdır.
Kaynaklar ve Alıntılamalar:
1. Nietzsche, Friedrich - İyinin ve Kötünün Ötesinde.
2. Foucault, Michel - Bilginin Arkeolojisi.
3. Byung-Chul Han - Şeffaflık Toplumu.
4. Zygmunt Bauman - Modernlik ve Holocaust.
