Antep’in sırrını keşfettim!..
Bizim bildiğimiz dedikodu yapmak ayıptır.
Kimse de “Ben dedikodu yapıyorum” demez. Yapsa da inkar eder!
Biraz garip gelecek ama bilim dünyasına göre eğer toplum olarak bir aradaysak bunu sağlayan şeylerden biri de meğerse dedikoduymuş!.. İyi mi?
Dünyanın en prestijli okullarından Standford ve Berkeley Üniversiteleri bir araya gelip dedikodu üstünde bir araştırma yaptılar. Niyetleri dedikodunun bir topluluğa ne kadar zarar verebileceğini kanıtlamaktı. Ancak işler sandıkları gibi gitmedi...
Matthew Feinberg ve Michael Schultz adlı araştırmacıların liderlik ettiği ve ayrı gruplara ayrılmış olan 216 denekle yapılan deneylerde temel amaç, dedikodu yapan topluluğun nasıl bir çöküntü yaşadığını gözlemlemekti. Farklı sayılar halinde bölünen gruplara bazı kurallar verildi. Sistem son derece mantıklı ve gözlemlemesi keyifli bir şekilde kuruldu.
Denekler hakkında tüm bilgilere sahip olan gözlemciler bazı gruplardaki belirledikleri kişilere gruptaki diğer insanlar hakkında ufak sırlar verdiler; kiminin eşcinsel, kiminin eski bir suçlu, kiminin psikolojik tedavi gördüğü konusundaki bilgileri alan kişilerin grup içerisindeki iletişim sırasında bu sırları başkalarıyla paylaşıp birbirlerinin arkalarından konuştukları görüldü. Yani dedikodu yapılıyordu. Dedikodunun bu gruplarda yer alan insanları kısa sürede birbirinden kopartacağı düşünülüyordu. Ancak öyle olmadı. Birbirlerinin sırrını paylaşan ve birbirleri hakkında gereğinden fazla şey bilip, arkalarından konuşan insanlar garip bir şekilde birbirlerine bağlandılar. Bu aslında herkesin birbirinin zaafını bilmesinden duyduğu tedirginliğin, güvene dönüşmesi sayesinde olmuştu. Dedikodu, sayısı her ne olursa olsun bütün grupları bir arada tutmuş ve insanları yakınlaştırmıştı.
Diğer denek gruplarındaki insanlara ise herhangi bir bilgi verilmedi ve arkadan konuşmak yasaklandı. Arkadan konuşanları ihbar edenlere ödüller verildi. Bu durum dürüst bir toplum oluşmasını sağlayacak ve insanların birbirine daha iyi gözle bakmasını sağlayacaktı. Hesapta böyleydi... Ama öyle olmadı. Arkadan konuşamayınca ağzına geleni birbirinin yüzüne söyleyen insanlar önce birbirlerinin kalbini kırdı, sonrasında kalp kırmaktansa susmayı tercih edenler arttı. Susmak insanları birbirinden uzaklaştırdı. Uzaklaşan insanlar bencilleşti ve paranoyaklaştı. Toplum olmayı bırakın herhangi bir grupta güven olgusundan söz etmek mümkün bile değildi. Herkes tek başına kalmıştı ve gruptan ayrılmak istiyordu.
Standford Üniversitesi'nde Sosyolog olarak çalışan Robb Willer bu durumu şöyle yorumluyor:
"Dedikodu en nihayetinde bir sosyalleşme aktivitesi olarak görülebilir. Dedikoduyu bir toplumdan tamamen kaldırdığınızda asosyalleşme ortaya çıkıyor. Garip bir durum ama sanırım insanlar, haklarındaki sırların konuşulması normalleştiği zaman kendilerini daha rahat hissediyorlar. Çünkü insanlar genelde toplum tarafından kabullenilmekten korktukları için sır saklıyorlar. Eğer birileri o sır hakkında konuşuyorsa ve hala toplumun bir parçasıysanız, kendinizi o topluma ait hissediyorsunuz."
New York Üniversitesi antropoloji profesörü Dr. David Sloan Wilson da aynı fikirde. O da 195 kişiden ve farklı gruplardan oluşan deneklerle yaptığı çalışmalarla şu sonuca ulaşmış; "Toplum olarak dedikodu yapmanın itibarımızı düşüreceğini düşünüyoruz, ancak dedikodu yapmazsak toplum olmaktan uzaklaşıyoruz."
Oxford Üniversitesi de bu konuda elini korkak alıştırmamış ve psikoloji profesörü Robin Dunbar dünya çapında dedikodu hakkında yapılan pek çok araştırma sonuçlarını inceleyerek şu sonucu ortaya çıkartmış: "Dedikoduyu bırakan bir toplumda sosyal bağlarda büyük bir azalma görülüyor. Birilerinin özel hayatını ihlal ediyoruz dedikodu yaparak evet ama toplum içerisinde garip bir güven bağı kurmuş oluyoruz. Dedikodu yapılmayan bir toplulukta insanlar birbirlerinden şüphe duymaya başlıyor ve paranoyak düşünceler hakim oluyor. Sonuçta dedikodu bir dalga gibi yayıldığı için, eğer hakkınızda konuşuluyorsa bir şekilde kulağınıza geliyor ve siz de konuşmaya başlıyorsunuz."
Tabii tüm bu araştırmalarda söz edilen dedikodu şekli, kişiler hakkında öğrenilen doğru bilginin ondan gizli olarak başkaları arasında konuşulması. Bir başkasının ardından yalan bilgilerle ileri geri konuşmak, dedikodu olarak değerlendirilmiyor. Yani gıybetle dedikoduyu birbirine karıştırmamak gerekir.
Vay canına…
Bizi biz yapan meğerse dedikoduymuş!
Gıybetle karıştırmamak kaydıyla aman bol bol dedikodu yapın da, daha kaynaşmış bir toplum olalım!
Ne günlere kaldık!
Meğer bu bizim Antep ne kadar bilimsel bir kentmiş de haberimiz yokmuş…
Mankafalar!..
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Angela Merkel’a gezisi öncesi mektup yazıp “Gelmeyin, bu ziyaret Erdoğan’a ve Davutoğlu’na destek anlamı taşır” diyen akademisyenleri “milli kimlikten uzaklaşan ve topluma yabancılaşan” mankurtlar olarak değerlendirdi.
Aslı mankut...
Ama çoğu yerde mankurt diye geçiyor.
Erdoğan da öyle dedi.
Ortaasya Türkçesi'nde ve Moğolca'da ‘man’ akılsız, kafası çalışmayan demek. Angut da ondan türemiş tembel, kuşbeyinli bir kuş adı.
Bizde de ‘mankafa’ diye hala kullanılır.
Bilmeyenler olabileceği zannıyla yazıyorum.
Asıl ‘Mankut’lar…
Hakemlerimizi eleştiriyoruz. Hem de acımasızca!
Ben de eleştiriyorum ama sakince!..
Ama dün akşam Galatasaray-Benfica maçının İskoç hakemi William Collum’u görünce, bizimkileri eleştirdiğim için haksızlık yaptığımın farkına vardım!
Bu adam nasıl Şampiyonlar Ligi’nde düdük üflüyor, şaşırdım!
Eğer tatsızlık olmadıysa bu her iki tarafın oyuncularının da profesyonelliğinden olsa gerek.
Erman Toroğlu, “Bu William Collum, maçlara hakem forması ile çıkacağına ‘kilt’ (İskoç eteği) giyerek çıksa daha doğru yapardı!" diye yazmış.
Çok ayıp!
Etek giyenlere hakaret ediyor. Cinsiyet ayrımcılığı yapıyor. İşte asıl ‘Mankut’ bu zihniyeti taşıyanlar!..