Antep’i neden Suriye’ye katmışlar?
Meşhur bir laf vardır: Yahudi züğürtleyince eski defterleri karıştırırmış…
Bu da o hesap!
The New York Times gazetesi, Osmanlı topraklarını paylaştıran Sykes-Picot Anlaşması’nın 100’üncü yıl dönümünde arşivinden çıkardığı haritaları tedavüle sürdü.
Kocaman da başlık atmışlar: "Farklı sınırlar Ortadoğu'yu kurtarabilir miydi?" diye!..
Mesele kısaca şöyle;
Arkadaşlar! Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarını paylaşmak için gizli anlaşma hazırlıyorlar.
Arkadaşlar dediğim, Fransa ile Britanya!..
Bu gizli anlaşma ile bugünkü sınırlarımız oluşturuluyor.
Ancak, zamanın ABD Başkanı Woodrow Wilson, muhatap devletlerin temsilcilerine haritayı beğenmediğini, hatalarla dolu olduğunu söylüyor.
Wilson konu ile bayağı ilgileniyor. Nasıl ilgilenmesin ki, petrolün gelecekteki gücünün farkında.
Üç sene sonra 1919 yılında Wilson bölgeye bir heyet yolluyor.
Heyette bir teolog olan Henry King ile sanayici Charles Crane’de var.
Bir teolog ile bir sanayici, diğerleri diplomat. Hakkını yememek lazım, ABD Başkanı Wilson akıllı bir insanmış.
Heyet bölgede uzun süre kalıyor, yüzlerce kişiyle konuşuyor ve sonuçta, self-determination’a yani uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı tanınması ilkesiyle bağdaşan bir harita yapıyorlar!
İşte bu hak, hukuk içeren çok değerli ve de adaletli! alternatif haritayı muhataplarına sunuyor! Ama kabul görmüyor, yani bugünkü sınırlar kabul edilmiş oluyor.
İşte, o bilinmeyen alternatif haritayı NYT yazarı Nick Danforth tozlu arşivden çıkararak ilginç bir kehanette bulunuyor:
Wilson’un haritası kabul görseydi, yani sınırlar farklı olsaydı, belki de bugün Ortadoğu’nun içinde bulunduğu savaşa gerek kalmayacaktı! IŞİD gibi bir terör örgütü peydahlanmayacaktı, ve de Kürt sorunu olmayacaktı!
Biraz teyzemin sakalı olsaydı dayım olurdu, hikayesine dönmüş.
Ama şurası bir gerçek ki, 100 yılın ardından yeniden alternatif arayışlar başlamış. Bunu bilmemiz lazım. Daha doğrusu biliyoruz da, uyanık olmamız lazım.
Böyle diyorum ama bugün içinde bulunduğumuz durumda bu iş nasıl olacak merak ediyorum…
Suudiler, Aramco’yu borsaya açıyorlar. Değeri 2 trilyon dolar.
Aramco, Suudiler’in toplam gelirinin yüzde 70’ini oluşturuyor.
Şunu da belirtmeliyim, ülkenin yönetiminde ABD’de fevkalade eğitim almış prensler var. Dünyayı iyi takip ettiklerini biliyorum. Aramco’yu borsaya açmanın bir anlamının olduğunu vurgulamak için üzerinde duruyorum.
Haritaya gelince…
Deli saçması demeyin, zamanın şartlarını düşünün.
Ben yalnız bizim durumumuza, Antep’in durumuna baktım. Bugünkü sınırımızın altında kalıyoruz. Oysa o zaman Antep nihayetinde Halep’in bir sancağı konumundaydı. Yani, Antep’i neden Suriye’ye katmışlar, bence ilginç!
İleri görüş mü, yoksa tesadüf mü?
Britanyalı siyasetçi, 1916-1922 arasında başbakan.
Liberal Parti'den seçilen son başbakandı. I. Dünya Savaşı boyunca ülkesini yönetti, savaş sonrasında Avrupa'nın yeniden şekillenmesinde baş rolü oynadı.
Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalama siyasetini destekledi, Kurtuluş Savaşı süresince Britanya Hükümeti'ni idare etti. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına neden olan Türklere karşı açılmış savaşın baş mimarı oldu. (Vikipedi, özgür ansiklopedi)
Yukarıdaki sözler David Lloyd George’un İngiliz Lordlar Kamarası’ndaki konuşmasından alıntı.
Hakaret içeren bir konuşma. Benim dikkatimi çeken cümle ise; “… Kutsal amaçlarımızdan vazgeçmeyeceğiz.”
İngiliz politikasının devam ettiğini bilmem tekrarlamaya gerek var mı?
Antep karası gibi!..
Yıl 1919. Mütareke Dönemine ait ilginç bir hayat öyküsü.... Sonunda gözleriniz yaşaracak....
Bir hanımefendi diyor ki; 1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizler’in işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim.
Güzel bir kızdım. Dünür gelmeye başladılar.
Biri avukatmış. Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık.
Nişanlımı seviyordum.
Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum.
Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
(Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, işsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş) dediler.
Alt üst oldum.
Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…
Yıkıldım.
Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti.
Evlenmiştim, bir de çocuğum olmuştu.
1924 yılıydı. Artık ülkemiz özgürdü.
Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona. Oğlum yanımdaydı.
Beni görünce titredi, ceketini düğmeledi. Saygı göstererek durdu önümde.
Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim, dedi.
Olur, dedim. Bir büroya girdik.
Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu.
İçeride yardımcıları çalışıyordu.
Siz gerçekten avukat mısınız, dedim.
Evet, dedi.
Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz, diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi.
Beni affedin, dedi.
İstanbul işgal altındaydı; her taraf İngiliz askeri kaynıyordu; her şeyi didik didik arıyorlardı.
Biz de Anadolu’ya, milli kuvvetlere ancak cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk.
Bu ülke için hayati bir işti.
Bunu size bile söyleyemezdim...
Mehmet Özata/Çorum Haber Gazetesi