El ele kol kola 2
Günlerden bir gün adamın biri akşam vakti, yorgun argın, bitap bir halde köye gelir. Köylüler kendisini ağırlar, ayran, aş verirler. Akşam kahvede sohbet ederken nereden gelip nereye gittiğini sorarlar. Adam geldiği, gideceği yeri anlatır. Sonra ne iş yaptığını sorarlar. Adam sakin bir sesle cevaplar - “Ben, gulupçuyum.” Köylüler bu açıklamadan bir şey anlamaz, bir daha sorarlar. Adam, “Gulupçu,” diye tekrarlar.
Köylüler - “Biz gulupçunun ne olduğunu bilmeyiz, sen bize hele bir anlat bakalım nasıl bir işmiş bu, biz de öğrenelim deyince adam cevaplar - “Gulupçuluk anlatılmaz, gösterilir.” Köylülerden biri hemen atılır - “O halde, bize göster.”
Adam - “Öyle hemen gösterilmez. Hazırlık yapılması gerekli. Bana zaman tanımanız lazım.” Köylüler - “Sen söyle biz gerekli olanları hazırlarız.” Köylüler, ertesi sabahı da zor ederler. Adamı ertesi sabah köyün en güzel hanesine yerleştirip, istediği malzemenin listesini alıp, şehre adam gönderip malzemeyi tedarik ederler.
Adam büyük bir sessizlik içinde kendine ayrılan eve kapanır. Üç öğün yemeği eve ayağına kadar götürülür. Akşam vakti kahveye indiğinde herkes merakla etrafını sarar bir şeyler öğrenmeye çalışır. Ama nafile adam ser verip sır vermez. Aradan haftalar geçer. Haftaları aylar kovalar. Zaman geçtikçe köylüler sabırsızlanmaya başlar. Üçüncü ay sonunda nihayet sabırları tükenir ve bir akşam vakti sıkıntılarını konuğa açarlar. Adam hemen cevap verir - ”Ben de zaten işimi bitiriyordum. Pazar günü öğle vakti herkes meydanda toplansın göstereceğim.”
Köylüler Pazar sabahı erkenden toplanırlar, merakla beklemeye başlarlar. Adam öğle vakti evin kapısı önüne çıkar ve köylülere bağırır “Bana yardım gerekiyor.” Köylüler hemen koşarlar. Birlikte evden kocaman bir sandık çıkarırlar. Sandık meydanın ortasına yerleştirilir. Adam, en yaşlı köylüye dönüp isteğini söyler - “Bana büyük bir tas su getirin.” Hemen bir tas su gelir. Adam tası köy meydanının ortasına itinayla yerleştirir. Sonra köylülerden sandığı açmalarını ister. Birkaç köylü hemen sandığın başına üşüşür, ambalajını açmaya başlar. Büyük sandığı açınca içinden daha küçük bir sandık çıkar. Köylüler bu sandığı da açarlar, içinden başka bir sandık çıkar. Sonunda, akşama doğru koca sandık küçüle ufala, küçücük bir paket hale gelir. Bu arada köylüler meraktan nefeslerini tutmuş halde bekleşirler. En son pakete gelir sıra. Adam konuşur – “Paketi bana getirin!” En son paketi itina ile açar, içinden bir bilye çıkarır ve gururla köylülere gösterir. Mağrur bir eda ile elindeki bilyeyi itina ile taşıyarak yavaşça tasın yanına gelir. Bilyeyi tam tasın üzerinde hiza tutup, köylülere döner - “Tam sessizlik istiyorum.”
Bütün herkes nefesini bir kez daha tutar. Adam, herkesin dikkatlice baktığından emin olduktan sonra bilyeyi tasın üstüne hizalara ve elinden itinayla bırakır, suya düşen bilye “Gulup,” diye bir ses çıkarır. Köylüler arasında şaşkınlıkla karışık derin bir sessizlik olur. Adam, uzunca bir sessizliği mağrur bir sesle sona erdirir - “İşte, gulupçuluk buna denir.”
Demokrasi ile kalite-krasinin randevusu gerçekleşmeden pek bir mesafe alınamayacağa benziyor. Bana kalırsa sanal piramitlerin tabanı ile tavanı arasında demo-krasi ile kalite-krasi krizi var. Bir an durup “krasi – iktidar - erk” sözcüğüne eklemekten vazgeçip demo-kalite (halk kalitesi) işine baksam daha iyi mi olacak demekten de kendimi alıkoyamıyorum.
[i] Bu öyküyü Talas Amerikan Orta Okulu’nda öğrenci iken bir Amerikalı öğretmenimizden dinlemiştim.