150 Yıllık Sistemsizlik

YAYINLAMA: 01 Eylül 2022 / 13.19 | GÜNCELLEME: 01 Eylül 2022 / 13.19

1299 yılından başlayan süreçle -her ne kadar kabul etmesem de-  bu topraklarda hâkimiyet kurmuş bir imparatorluğun devamı sayılmaktayız. Hükmettiği topraklarla dünya üzerinde kurulmuş en büyük devletlerden birisi olan Osmanlı İmparatorluğu, herkesin bildiği üzere monarşi ile yönetilmekteydi. Bununla birlikte var olan devletlerin neredeyse hepsinin monarşi ile yönetildiği bir dönemde herhangi bir sistem sorunundan bahsetmekte mümkün değildi. Bu sebeple de dört asır boyunca devam eden ve tarihçilerce mükemmelliğinden bahsedilen bir imparatorluk var olmuştu. Mükemmeliyetinden bahsedilen yüzyıllar sonrasında, 1700’lü yıllara gelinmiş ve dünyada bir takım fikir hareketleri ortaya çıkmıştır. Avrupa toplumlarında ortaya çıkan bu fikirler, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybetmesini sağladığı gibi bazı devletlerin de yönetim biçiminin değişmesini sağlamıştır.


Sağlamıştır diyorum, çünkü bu sayede halkların bir hanedanlığın boyunduruğu altından çıkarak, kendi hür ve özgür kaderlerini tayin etme hakları doğmuştur. Batı toplumlarının bir çoğunun nesnellikle yaklaştığı fikirler sonunda, sağlam ve oturmuş, her zaman halk ve hakları ön planda tutan, liderlerin bir önem arz etmediği demokratik yönetimler var olmuştur. Kısaca batı toplumları bu değişime ayak uydurabilmiştir. Gelgelelim ki bu değişim bizim topraklarımızda bir türlü istikrara erişememiştir. Avrupa toplumlarının bağımsızlık kazanmaya başladığı dönemlerde meşruti monarşi adında bir sistem değişikliğine gidilmiş ve bu değişikliğin halka bir lütuf olduğu anlatılmıştır. Ne yazık ki toplum da bu bağışlayıcı tavra riayet etmiş ve aslında elde etmeleri gereken bir hak olduğunu anlayamamıştır.  Buradaki gayenin, halkın yenilik duygusunu tatmin etmek, hak savunucularını bir nebze de olsa susturabilmek olduğu aşikar iken şükürcü yapısından sıyrılamayan halkın sessiz kalması neticesinde sadece 2 yıl sürebilen bir değişim yaşanmıştır. 2 yılın sonunda kapatılan meclis ile tekrar monarşiye dönülmüş ve sistem değişikliği gerçekleşmiştir. Bu değişikliğin neticesi olarak toplum>devlet ilişkisinin batıdan farklı bizim topraklarımızda devlet>toplum şeklinde ilerlediğini görebiliriz.

Özetle, 1923 yılına kadar devam eden bir takım başarısız girişimin sonucunda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, bununla birlikte demokrasinin ve hak ve eşitlik kavramlarının benimsenmesi amaçlanmıştır. Cumhuriyetin ilanından itibaren sadece 1 yıl sürebilen tek partili cumhuriyet döneminin de aslında doğru olmadığına kanaat getiren halk, 1924 yılında ikinci bir siyasi parti ile demokrasiyi perçinlemek istemiş, muhalif bir blok yaratarak sorgulamayı ve en doğru olanı bulmayı amaçlamıştır. Fakat takvimler 1925 yılını gösterirken muhalif blokça alınan karar doğrultusunda sorgulamanın da doğru yol olmadığına kanaat getirilmiş ve ikinci siyasi parti kendini kapatmıştır. 1930’lu yıllarda denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan girişimi de değerlendirirsek, henüz 7 yaşında olan bir ülkenin 3. kez sistem değişikliğine gitmesi söz konusu olmuştur. Nitekim 1946 yılından çok partili hayata geçilmiş ve doğru sistemin bulunduğuna karar verilmiştir. Fakat 14 yıllık dönem sonucunda, aslında çok partili hayatında doğru sistem olmadığı düşüncesiyle darbe yapılmış ve cumhuriyet tarihinde bir ilk olan askeri yönetim sistemine geçilmiştir. Darbeden sonra da yıllarca süregelen silsile değişmemiş ve cunta liderleri sonrasında tekrar sivil hükümet kurulmuş, yasal demokrasiye dönülmüştür. Sonrasında yine 1980 darbesi, tekrar sivil hükümet ve son olarak 2018 yılında yürürlüğe giren başkanlık sistemi… tüm bunları değerlendirdiğimizde bir sistem sorununun içerisinde olduğumuzu görmekteyiz. Fakat bu sorunun neden çözümlenemediğine dair en ufak bir adım atabilmiş değiliz.

Kolektif bilince sahip her toplum, hak ve eşitlik kavramları etrafında, gelişmiş ve refah bir yaşam biçimi arayışında olmuştur. Bunun neticesiyle, şahıslara değil de yönetim sistemine riayet ederek yaşamışlardır. Bizde ise durum tam tersi şekilde ilerlemiştir. Yıllar boyunca denemiş olduğumuz her yönetim şeklinin neticesinde asıl olanın sistem değişikliği değil de şahıs ve düşünce değişikliği olması gerektiğini idrak edemedik. Elbette demokrasinin uygun bir yönetim biçimi olduğunun farkındayız fakat işleyiş içerisine meydana gelen küçük değişiklikler için yama yapmak yerine liderlerin değişmesi gerektiğinin de farkındayız. Bakınız, askeri darbeleri örnek olarak alırsak şunu göreceğiz; bireyin değişmesi ile birlikte sistem değişmiş ve sonrasında bireyler sabit kalırken eski sisteme dönüş sağlanmıştır. Kısaca, şahıslar kendi iktidarları için sistem değişikliği basamak olarak kullanmışlardır. Dünyanın her yerinde bu durumun örneğini görebiliriz. Alman Hitler yönetimi bunun en açık örneğidir ancak dikkatimizi çeken nokta şudur; Alman halkı Hitler’den sonra bu değişikliğin sağlanmasına izin vermemiştir. Çünkü, bireylerin menfaatleri için sistemleri kullanmasının yanlış olduğunu yaşadıkları acı tecrübeyle öğrenmişlerdir. Yine kendimize döndüğümüzde de durum farklı değildir. 80 Darbesi sonrasında yaşanan insan hakları ihlalleri ve faili meçhuller bunun en somut örnekleridir. Bu acı tecrübeleri yaşamamıza rağmen hala aynı şekilde değişiklik girişimlerine sessiz kalmamız akıl alır gibi değil. Sorunun sistem sorunu değil, düşünce ve ahlak sorunu olduğunu fark etmemiz için ne gerekmekte? Hepsi bir yana, sosyoloji boyutunda değerlendirildiğinde vaka sayılacak bu döngünün değişmesi için hiçbir çaba göstermediğimiz gibi bu duruma karşı koyanları da dini ve milli kutsallarımıza ihanetle yaftalamaktayız. Halbuki yaftalamaktan önce karşı çıkan bireyin ne dediğine kulak vermeliyiz. Çünkü karşı koyan o ses, bu kutsalların değişime alet edilerek bir nevi savunma mekanizması işlevi gördüğünün farkındadır. Bu alet edilmenin en somut örneğini de yakın zamanda yaşanılan bir olay nezdinde görebiliriz. Konser verdiği sırada şakacı tavırla dinleyicilerini eğlendirmek isteyen bir sanatçı ve sanatçının karşısında kokuşmuş ve ülkeyi rezil hale getiren başkanlık sisteminin savunucusu bir iktidar… görevi var olan sorunları ortadan kaldırarak, topluma refah bir yaşam sunmak olan iktidarın bunu başaramadığı gibi dayattığı sistemi savunabilmek için var olan dini değerleri ön plana atması… daha çaresiz bir tavır olamaz. Kanuni boyutta anayasal hükümlerle güvence altına alınan fikir özgürlüğünün ihlal edilmesi şöyle dursun sadece ve sadece sistem menfaatinin sağlığı için dini değerlerin alet edilmesi dahi bu yanlışlığın ispatıdır. Hal böyle iken nasıl bir gelişmeden bahsedilebilir? Gelenekçi bir toplum olduğumuzdan ötürü elbette kutsalların atılmasını bekleyemeyiz fakat suiistimal edilmesine de fırsat vermemeliyiz. Aksi halde yöneten bireyler kazanırken, halk her zaman kaybedecek ve değişen tek şey boyun eğdiğimiz sistemin adı olacak.

150 Yıllık Sistemsizlik