Niçin Varız?

Onuncu sınıfa giden kızım bir gün şöyle dedi: “Günde sekiz saat okulda ne işimiz var? Otuz-otuz beş sene okuyup, güya çok para kazanmak için doktor olan biri, o kazandığı parayla ne yapacak? Para kazanmak için bize lazım olmayacak kadar çok bilgiyi öğrenmenin bize ne faydası var?”
Bu sorularla hayatı, toplumsal yapıyı ve insanın varoluş nedenini sorguladı. Daha önce de “Herkes bebek olarak doğuyorsa, ilk anne nasıl oldu?” diye sormuştu.
Oysa “anne”, doğuran demektir. Hayat bireyi doğurur, birey de hayatı. Ortaya çıkan da bu döngüden saçılanlar, yani biziz. Bu “saçıntıya” anlam katmak ve yaşamı uyumlu bir şekilde sürdürmek de sorgulayana düşer.
Kızım doğru düşünüyor diyelim. Yaşamak için para kazanmaya, çok para kazanmak için hayatı feda etmeye ve bir daha hiç kullanmayacağımız bilgileri öğrenmeye gerçekten gerek var mı?
Bu durumun hayattaki karşılığına bir göz atalım:
Bir kişi kendini işine adadığında, bu iş toplumda mevcut bir imalathane, ticarethane, hizmet sektörü ya da bunlara bağlı birimler olur. Tüm bu yapılar için hem iş gücü hem de tüketici olarak insana ihtiyaç vardır. Ayrıca bunların bir de alışveriş boyutu vardır.
İlk dönemlerde takas ve köle emeği kullanılmıştır. Ama köle aynı zamanda bir tüketicidir. Yiyecek, giyecek, yatacak ve yeni köleler doğuracaktır. Bunun yanında takas sisteminde eşyaya biçilen ölçü ve değer üzerinde nasıl mutabık kalınacak?
Diyelim ki mağara döneminde bir tavşanla bir avuç kuru badem takas ettik. Badem de tavşan da doğada kendiliğinden bulunan şeylerdir. Elde etmek için gidip almak ya da yakalamak yeterlidir. Ama tavşan üç ayda bir ürerken, badem yılda bir kez meyve verir. Bu iki ürün arasında nasıl bir denge kurulacak? Arz-talep dengesi olmazsa, tavşan üç gün içinde kokar ve işe yaramaz hale gelir. Badem ise stoklanabilir, el altında tutulabilir.
Bir de buğday üreticisi olalım. Buğdayı bademle nasıl takas edeceğiz? Birinde tepeden tırnağa emek, diğerinde belki bir saatlik çaba var… Benzer sorular çoğaltılabilir.
İlk dönemlerde bireysel mülkiyetin ve yetkinin oluşmadığı düşünülürse, farklı coğrafyalarda yaşayan üreticilerin ürünlerini nasıl pazarlayacağı, nasıl değerlendireceği de büyük bir sorundu. Zamanla insanlar, doğrudan eşyayı değil de ona atfettikleri kıymeti, yani madeni; bu madenin parçalarını kullanmaya başladılar. Bu maden doğada kendiliğinden bulunmazdı, akıl ve emekle elde edilirdi. İşte böylece metal para bir ölçü ve değer aracı hâline geldi.
Patron, üretici ve dönüştürücü olmaktan çıkarak, artık yalnızca metali kontrol eden kişi hâline geldi. Günümüzde bu, evrilerek “değerli kâğıt” biçimini aldı. Üzerindeki imza, arkasında duran kişi; yani insan emeği, yani bedel...
Peki, insana dair güç nedir ve o güce nasıl ulaşılır? Para ile mi? Para için harcadığımız ömür bize ömür kazandırır mı? Diyelim ki dünyanın tüm paraları senin kontrolünde. Bu sana bir gülücük, bir göz ışıltısı, sıcak bir buse kazandırır mı?
Bana sorarsanız bilmem… Hiç olmadı, denemedim ki... Ama mutluluk dolu bir hayatım oldu. Yuvam, ailem, dostlarım oldu.
“Sence sen kaç paralık adamsın?” Eğer parelenip parçalanırsan, seni sistemle tümlerler. Ömrünü o yolda harcarsın ve ömür bittiğinde değerin para değil, senin kendin olduğunu anlarsın. Peki sistemle bütünleşmenin başka yolu yok mu? Olmaz mı?
Severek adanmışlık, sistemle bütünleşmenin en insani yoludur. Hayatta yaptığın her şeyin sana döndüğü ve hayatın bizzat sen olduğun bilinci… İşte bunun anahtarıdır o adanmışlık. Hiçbir sermayesi olmayan bir kadın ya da erkek, kendini yapacağı işe adadığında o işin patronu olur.
Okullar, hayatın ve işleyişin teorik olarak öğretildiği, insanı hayata hazırlayan yerlerdir. Bir öğrenci coğrafi terimleri okulda öğrenir. Ama fiziki, beşeri ve siyasi haritayı; yani hayatı, yaşayarak ve okuyarak öğrenir. Ona evrilir.
Bir kişi “Bu kadar tarih bilgisine ne gerek var, ben tarihçi olmayacağım” dediğinde; tarihin coğrafyada yazıldığını, sanayinin, ticaretin, endüstrinin temelinin coğrafya olduğunu idrak edemez. Böylece ürettiği bir ürünün insanlık ve kendisi aleyhine olabileceğini fark edemez.
Bir doktor, edebiyattan, müzikten, tarihten ve coğrafyadan kopuk bir şekilde edindiği mesleğini yalnızca bir hastane robotu gibi icra eder. Tıp endüstrisini işletir, ama hekim olamaz. Oysa o meslek, önce “tabip”, daha öncesinde “hekim”, daha da eskiden tanrıyla irtibat kuran “şaman”dı.
Bilgi ve sevgi, insanın ürettiği en yüce iki değerdir. Bu ikisi birbirinden koparsa, yaşam anlamsızlaşır. Bu yüzden sevgiyle olanlar genellikle parasız, parayla olanlar da sevgisizdir.
Ve herkes, olmayanını, eksik olanı arar. Ulaşamadığında da ona “acı” veya “ekşi” der. İyisi mi hayatımızı muhannete muhtaç olmadan yaşama düsturu üzerine yaşayalım.
