Dil ve İletişim

Dilin simgesel alfabe yolu ile yazıya dökülmediği dönemlerde, insanın kendini kendine gösterecek tanıtacak levha olmadığından toplumunda ve çevresinde gördüğü olayları, işleyişi gözlemleyerek kendisine rol model alarak kapasitesince var olmaya çalışmış ve yansıtmış olduğu varsayılabilir. Bugün gençlik dönemini tamamlayan her birey bunu kendi yaşantısında görebilir. Bundan doğada bulunan her nesnenin bir harf olduğu ve bu harflerin bir araya gelmesiyle oluşan yaşamda o harflere verdiğimiz mana ile doğanın bizde, bizim doğada yaşayan düşünsel ve fiziksel varlıklar olduğumuz anlaşılmaktadır.
Modern bilimlere göre insanlar, ilk önce bazı nesnelere çentik ve oyuk açarak oluşturdukları objetgraphic/madde yazısını kullanarak sesli haberleşmeye yazılı haberleşme eklemiştir. Sonra bu şekiller pictografic adı verilen varlığın şeklini gösteren resim yazısına dönüşmüştür. Sesli haberleşmenin dilinin ise ortak eylemler ve ortak tepkilere karşı çıkartılan sesler olduğu çocukların çıkardıkları seslerden anlaşılmaktadır.
Bu yazılara örnek, Mısır hiyeroglifler oluşturmaktadır. Wikipedia’da kutsal yazıt olarak tanımlanan yazı, kültürümüz doğrultusunda okunduğunda kutsalın kılıfı anlamını almaktadır. Kutsal olan nedir? Söz, düşünce.
Farklı toplumlar farklı alfabeler kullanmışlardır. Çinliler ideographic/fikir yazısına ve logographic/hece yazısını kullanmışlardır. Bu yazı türünde her bir resim bir heceye tekabül etmektedir. Hece yazısından sonra insanlar simgenin bir sese karşılık geldiği phonographic/ses yazısını kullanmışlardır. Ses yazı sisteminde her sesin özel bir sembol ile tanımlandığı bu yazılara fonetik-sessel alfabe denilmektedir. Bu alfabede her bir harfin ayrı bir evrimi bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse Boğa başı, kullandığımız Latin alfabesinde A, Arap Alfabesinde Elife dönüşmüş ve başlangıç olarak yaratıcıyı simgelemektedir. Bu sesler ve alfabeler kullanılarak varlığı ve kendimizi tanımada ve yaşantımızda bunları dil edinerek iletişim sağlıyoruz.
Boğa başı olarak tanımlanan şekil gerçekten başlangıç olabilir mi? İnsan ırkının üreme organı olan döl yolu, rahim ve yumurtalıklar şekil olarak neden boğa başına benzetilir de insanın başlangıç yeri olduğu neden gözden kaçırılır?
Terim olarak tanımlanan ve bağlandığı düşünce içinde kavram olarak tanımlı düşüncenin sese dönüşmüş hali bu kelimelerin etkisi sözlüklerde rakının şişede durduğu gibi bir sorun olmuyor. Ancak bilinçli insanın ağzından çıktığında ne olduğunu Yunus Emre dile getirmiş. … Söz ola bitire savaşı, söz ola kestire başı Söz ola zehirli aşı, bal ile yağ ede bir söz… diyerek sözün önemini vurgulamıştır.
Yazının icadı ile duygu ve düşüncelerimizi her yere yayabiliyoruz. Geçmiş insanların duygu ve düşünceleri, eylemleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Peki yazının icadından önceki insanlar yaşantılarını ve düşüncelerini nasıl iletmişler? Resim ve heykelle. Bir resim onun avının peşinden koşarken kullandığı aletini, yaşadığı dönemdeki hayvanı ve yaşam şartları ile amacını söylemektedir. Bu, ekmeği peşinden koşan insanın dili. Varoluşu ve kendi yaratılışını sorgulamaya başlayan insanın dili ne idi? Bunu nasıl hikaye ederek çocuklarına aktarmıştı? Bu konudaki düşünceler, hitap ettiği kişiye anlatı, mitoloji, masal, destan, hikâye, rivayetler, yazılı kaynaklar yolu ile bize geliyor. Biz onları nasıl okuyoruz? Konu ile ilgili ilgi ve bilgimiz ne ise onu okuyoruz. Onun aslını ancak ana kaynağa ererek, o olarak tam manasıyla okuyabiliriz.
Neyi bileceğiz, bilmedeki amacımız nedir? Günümüz bilim seviyesi ve inanç örgüsü varoluş ve yaratılış ile ilgili teoriler ve rivayetler aktarmaktadır. Kutsal kitap “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve söz Tanrı'ydı” demektedir. Yani yaratılışı varlığa ad koyma ile söz ile başlatıyor Bilim ise “bingbang (büyük patlama) teorisi” ile başlatıyor. Bilim, maddenin varoluşunu tanımlamakta. Varlıktaki döngü ve oluşuma bakıldığında doğru da gelmekte. Bu soruyu soran akıl olduğundan bu sefer de ondan önce ne vardı sorusunu sormada. Varoluşu kendi merkezli, yani insan merkezli başlatan din kurumu ile bilim kurumunun biri manayı diğeri manayı konuşarak gerçekleri dile getirdiği, ancak birbirini anlamaktan binlerce yıl ırak olduğu eylem ve söylemlerden anlaşılmaktadır. Biz bu bilgileri bilmekle bir taraf mı olacağız yoksa böyleymiş deyip işimize gücümüze mi bakacağız? Yoksa o olup varoluşta hayat bulup gerçek yaşama mı ereceğiz?
Tapınakların kapısında “kendini bil” yazar. Günümüz insanının kendi tanımı ait olduğu devlet idaresinin kendisine verdiği kimlik kartı ve yaşadığı toplum içinde geliştirdiği kültürel kimlik. Duyguları, zaafları, istekleri, arzuları… neyi niçin istediği, nerde nasıl kullanacağı gibi yaşamsal faaliyetler ile hiç bilginin konusu etmemekte. Nasıl, şan-şöhret, nüfuz sahibi olurum? Nasıl başarılı olurum? Nasıl gelecek dünyada da bir köşe kaparım mücadelesinde olduğu gözlemlenmektedir.
Varoluş ile ilgili bilimsel veriler evrenin sonsuz olduğunu, Samanyolu Galaksisi içinde bulunan güneş sistemi içinde yer alan dünyada olduğumuzu konumlandırmada. Bu bakış açısıyla da insanın hiçbir şey olduğu yargısına varılıyor. Bu dünyadaki konumumuzu da biyolojik döngünün en üstünde varlık olarak tanımlamada. Halbuki tüm evreni algılayarak kendimizi ve yıldızları konumlandırıyor, kesafetin ve uzaklığın büyük olduğunu varsayıyor, 50 gram ağırlığındaki göz penceresi ile sonsuz olarak tanımladığımız evreni algıladığımızın farkında değiliz.
Filozof ve psikologlar insanı birçok şekilde tanımlamışlar. Buna göre, hayvansal yaşamda avcı toplayıcı halde iklim koşulları çerçevesinde av hayvanlarının peşinde giden insanoğlu yerleşik düzene geçip tarıma ve hayvancılığa dayalı yaşamını kurmasıyla sosyalleşerek günümüz toplum yapısına dönüştü. Bunu yaparken de kültürel birikimini de toplumsal olarak var edegeldi. Bu süreçte farklı kişi ve toplumlarla da birleşerek genetik ve kültürel olarak zenginleşip günümüz dünyasını kurdu. Sürecek
