Özgürlük Harcanan Çabadır…
Acaba kaçımız, yaşayacağımız olasılıkları ve yaşayamadığımız beklentileri gerçekten kendi isteğimizle, özgün irademizle seçtim diyebiliyoruz?
İçimizdeki kaç karar olgunlaşabiliyor ki?
Sımsıkı susarken, durgun bir sessizlik bizi alıp götürürken, aslında budanıyoruz. Bildiklerimizi tartışmalardan sakınıp, bir anlamda çekişmeden kaçtıkça, alın yazımıza çökenlere cesaret veriyoruz. Onun için canlılık belirtisi kalmamış çoğu yerde. Onun için bedenimizin orta yerini ürkütücü bir don havası sarmış.
Ya kendimize inanmıyoruz ya da inançlarımızı bilinçlerin, hislerin, duyguların önüne koyarak aslı astarı olmayan kötümserliği heveslendiriyoruz.
Bilinçlerimizi, uygarlıkların sunduğu olumluluk düzeyine çıkarmadıkça; kendimizin, gücümüzün göğsüne yaslanamayız. Kendimizi ilkin keşfetmeden, her şeyi yitiriyoruz. Çok kısa bir sürede, kendimizi başka biri sanmaya başlıyoruz. Çünkü bir gece, farkına bile varmadan, kestirme yollardan fikirlerimiz, düşüncelerimiz, davranışlarımız kodlanıyor.
Uğruna kutlamalar yaptığımız, “olmazsa olmaz” dediğimiz, övünmelerle süslediğimiz ahlakımız, inancımız, ırkımız ve cinsiyetimiz-hepsi birer birer mayalanıyor. Ve biz, artık kendimize bambaşka bir yüzle, farklı bir sorumlulukla fısıldıyoruz. Elbette Rousseau haklıydı: “Zayıfın özü, her zaman güçlünün yararına kullanılır.”
Yeryüzünde her şey, kesintisiz bir akış hâlindedir; hiçbir şey asla son hâline varmamıştır. İşte bu yüzden, yaşam duygusuyla ve onun özüne ait olmayan, değersiz ve yüzeysel olan her şey-eril ve toksik koşulların da etkisiyle-aklımızı çelmek için başımızın içinde çalkalanır, ruh hâlimize sızar.
Toplum tarafından, ya da içinde bulunduğumuz en küçük toplulukça kabul görmenin tesellisi; bizi, yeni olasılıklar ve başka bir mümkünat üzerine düşünmekten alıkoyuyor. Şartlar ve koşullar, dolayısıyla beklentiler, ihtiyaçlar ve arz-talebin sebepleri de sürekli değişir. Bunlar aynı kalıyor desek, bu sav eğrelti kalır; diyalektik bir aykırılık kaçınılmazdır.
Değişme öylesine hızlıdır ki, gözle görülür derecede sonuca taşıyan bir boyutta aks etmez. Dönüşüm her daim kötüden iyiye, cehaletten aydınlığa, yıkıcılıktan yapıcıya doğru da olmayabilir. Çünkü ustalıkla büyütülmüş bir kötülüğün her bilgiye, tüm ilgi alanlarına sirayet etmesi mümkündür.
Bir bakıyorsunuz, herkes kendinden çok emin; bir bakıyorsunuz, çoğunluk şüphe içinde. Bir an çok iddialıyız; ertesi an dibimize yıkılmışız. Bu, doğamız veya doğallığımız değil. Reflekslerimizin neden böyle çelişkili, böyle keşmekeş olduğunu sorarsak hem bizimle ilgili hem de bizimle ilgili değil diye mırıldanmak, belki de en dürüst hâlidir. Asıl neden, çoğunluğun tahakkümü altında olmanın verdiği ruhsal yoksulluktan ötürü düze çakılmış olmamızdır.
Duyduğumuz kaygıların, gösterdiğimiz tepkilerin, üslup ve tarzımızın değeri; bize ne kadar fayda sağladığı ve hayatta ne kadar işlevsel olduğu ile ölçülmeli. Montaigne’in entelektüel anlayışı da bu tespiti haklı çıkarıyor. Belki hareket noktalarımız her zaman doğru olmayabilir, ama bu dürüstçe ve çıkarsızca olmalı.
Atilla İlhan’ın dediği gibi: “Belki kımıldadıkça dengemiz bozulacak ama varsın bozulsun. O denge kime, neye yarar sağladı ki?” o denge, otoriteyi mi zayıflattı, yoksulluğu mu bitirdi, sevgisizliği mi kırdı, âşıkları mı iyileştirdi, dünyayı barışa mı yaklaştırdı?”
Şimdi daha gerçek, daha özgün ve daha üstün olan yeni (özgür birey) olmanın zamanı değil mi? “Hepimiz sandığımızdan daha üstünüz aslında.” Bir an önce büyüyüp aydınlığın havasına kapılmalıyız.
Yeter ki özümüzü keşfedelim, yaşamın çelişkilerinde boğulmayalım ve özgün irademizle yol alalım.
Unutmayalım: Var olmak için harcanan çaba özgürleştirir.
Kaynaklar ve Alıntılamalar:
Felsefenin Tesellisi – Alain de Botton
Bıçağın Ucu – Atilla İlhan
Yalnız Gezer’in Düşlemeleri – Atilla İlhan
