PROVENCE’SI PEK SEVDİM...

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Dışarda aşırı şiddetli yağmur yağıyor. Barbara’nın söylediğine göre, hava buralarda hiç böyle olmazmış, sağanak yağmuru biz getirdik herhalde...
Paris – Aix-en-Provence TGV arası 800 km civarında... Bu mesafeyi 4 saatta falan geldik. Tren saatte 250-300 km arasında hız yapıyor. Aşırı hız, hiç rahatsız etmiyor. Trenin içerisinde kahve içip, yemek yiyebileceğiniz bir vagon var. Her bir vagon iki katlı ve tuvaletleri bulunuyor. Her vagonun içinde valizinizi ve el bağajlarını koyabileceğiniz bölüm var. Gayet konforlu yani...
Paris’ten Provence gelmek için trene binmeden önce, iki taşın arasında muhteşem bir mutfak dükkanına götürdü Barbara beni. Dükkan; tencere olarak sadece demir ve çelik kaplanmış bakır satıyordu. Çelik kaplanmış bakırlar çok kullanışlı, sadece Antep’te “tis kazan” denilen şekilde alt kısmı dışarı doğru yuvarlak yapmıyorlar. Halbuki, tis kazanın diğer kazanlara göre bayağı bir farkı var pişirme açısından. Demir tencereler de, tavalar da pek güzeldi... Hele ya oklavalar... Hiçbir şekilde bozulmayan ağaçtan yapılmış kalın oklavalar satıyorlar. Fiyatını yazmayacağım, dudak uçuklatabilir!
Demir tencere ve tava artık Türkiye’de de yapılıyor. Ancak, nedense tavalar batıdaki kaliteyi tutmuyor. O nedenle beğendiğim iki çeşit tava aldım. Birisi normal tava; diğeri “krep tavası”... Onun içinde yufka ekmek yapacağım! Anlayacağınız sac yerine kullanacağım onu... Mutfak dükkanının sahipleri pek kibar insanlardı. Barbara onlara benim kim olduğumu söyleyince pek mutlu oldular. Bana, ödediğim KDV’yi alabilmem için de bir form verdiler. Bakalım, sistem çalışacak mı? Havaalanında bir işlem yaptırmam gerekiyor. KDV’yi elime vermeyecekler, Kredi kartımın hesabına yatıracaklar.
Cumartesi günü Provence’da –Provans okunuyor- muhteşem bir Pazar kuruluyor. Bu arada Provence’ın Nice ve Cote da’azur ‘un dışında bulunan Fransa’nın Güneydoğusunun ismi olduğunu yazayım...Bütün meyve, sebze, peynir üreticileri burada. Hoş bir kadın, galiba Afrika’dan gelen çanta, şapka, cüzdan gibi şeyleri satıyordu... Bayıldım, bayılmasına da: “Ayfer, hiç ilişme para harcama” dedim. Pazarcıların mallarını sergiledikleri kimisi römork şeklindeki stantlar da pek hoşuma gitti. Balık satanlardan birisinin römorkunun içinde bol miktar da buz da vardı. Çok çeşitli peynirler vardı, Fransadaki en iyi keçi peynirleri Provence’da yapılırmış. İnek peynirleri Alp dağlarından; koyun peynirleri ise güneybatı’dan geliyormuş. Eşime tatsın diye, sert, kaşar türü peynirler aldım. Dayanamadım koyun ve keçi peynirleri de aldım. Çok az miktarlarda aldım, koyulan torbanın havasını alıp, götürmemi kolaylaştırdılar. Barbara kasaba da uğradı. Kasap dükkanında kuyruk vardı. Tertemiz ve işini bilen kasaplar çalışıyordu dükkanda. Eti kesmelerinden ne kadar usta olduklarını anlayabiliyorsunuz. Her tür Fransız kasap, bakkal, fırıncı, meyve satan, peynir yapan işte her ne iş yapıyorsa okula gitmiş. İstisnasız bu böyle. Karşılaştığım herkese üşenmeden sordum, aldığım cevap hep aynıydı: “ben ekmekçilik okuluna gittim”; “ben kasap okuluna gittim”, “ben sebzecilik okuluna gittim”. Sokakları süpürenlerle, fiziki güce dayanan işleri Afrikalılar veya göçmenler yapıyor, bariz şekilde belli. Bir fırından gidip ekmek aldık. Adam, çok iyi derecede İngilizce konuşuyordu. O da okul mezunu... Ve yaptığı ekmekler iyi ötesi idi... Duvarda bir odun fırını fotoğrafı vardı, “burada odun fırını vardı herhalde, ama siz değiştirmişsiniz” dedim. “Odun fırınında sıcaklığı kontrol etmek zordur. Yassı ekmekler; pide ve pizza gibi olanlar yüksek sıcaklık ister, ama bizim pişirdiğimiz ekmekler için daha düşük sıcaklık gerek”dedi. Siyah zeytinle bizim pide türü bir ekmek yapmıştı ve gerçekten de çok lezzetliydi.
Fransa’nın ve Provence’ın her yeri, ama her yeri yeşil, ağaçlık. O kadar bariz şekilde belli ki, yolları açarken minimum ağaç kesmişler. Paris’ten geldiğimiz sürede ağaçlar hiç eksilmedi... Bu arada çeşit çeşit de çiçekler vardı. Doğallık olduğu gibi korunmuş.
Tepelerin üzerinde çok güzel köyler gördüm. Uzaktan gördüğüm evlerin içinde mutlaka yeni yapılanlar vardı, ama mevcut dokuya o kadar uygun yapılmışlardı ki ayırt edemedim. Barbara’nın dediğine göre, burada da göç yaşanmış. Hatta, bazı köylerdeki evleri yabancılar ve Parisliler almışlar. Ama ne olursa olsun köylerin dokusu bozulmamış. Köyler ve yerleşim yerleri arasındaki yollar daracık, fakat birbirlerine çok saygılı oldukları için, her ikisi de önce geçebilmek için çabuk davranıp, birbirlerine çarpmıyorlar! Karşıdan gelen araba görünce yavaşlayıp, diğerinin geçmesine yardımcı oluyorlar.
Gelelim Barbara ve Denise’nin evlerine... Bu ev çok etkiledi beni, tam 400 senelik ve muhteşem güzellikle restore edilmiş... Bana verdikleri yatak odası eskiden ahırmış... Bugün ise içerisinde lüks banyosu da olan harika bir mekan... Evin her yeri güzel, her yeri... Mutfak örneğin... Odunla ateş yakabileceği bir ocak koymuş. Onun hemen yanında, yanmış kor parçalarını yerleştirebileceği dört tane ocak yapmış. Yani, Antep tabiri ile söylersem; ateş kayıldıktan sonra hafif küllenir ya, işte o ateşi alıp, ocaklara yerleştiriyorsunuz ve pişireceğiniz tencereleri de onun üzerine oturtuyorsunuz. Böylece odun veya kömür ateşinde yemek pişirebiliyorsunuz. Bu sistemin üzerine de davlunbaz yapılmış, dumanı gayet güzel çekiyor. Şöyle bir baktım, “Anneannem de böyle pişiriyordu mutlaka, ama beli seviyesinde değil, aynı işi yere eğilerek yapıyordu herhalde” dedim. Ben de Anneannem gibi kömür/odun ateşinde pişirmek istiyorum, ben de... Bu güzel ocakların yanısıra bütan gazla çalışan 10 bin Avro değerinde bir fırınlı ocak var. Onun üzerinde de aspiratör bulunuyor. Davlunbazla ikisini o kadar güzel bütünleştirmişler ki... Bulaşık teknesi, başka birinin yıllarca kullandığı taştan oyulmuş kocaman, derin harika bir şey... Hemen yanına bulaşık makinası koymuşlar, dikkatli bakmazsanız hayatta göremezsiniz! Duvarda kullanılan seramikler eski görünümlü; yerde kullanılan karolar Provence bölgesinin simgesi olan taşlardan... Nasıl bir uyum sağlanmış, 400 sene öncesiyle...
400 senelik ev, jeo-termal enerji ile ısıtılıyor! Yer altındaki sıcak tabakaya boru daldırılıyor, o borudan gelen sıcak su, evin tabanındaki borularda gezdirilerek ev ısıtılıyor. Hava soğuyunca evin ısıtma sistemini hiç kapatmıyorlar, hep açık tutuyorlar bir maliyeti yok çünki! Sıcak su için, elektrikli ısıtıcı koymuşlar. Jeo-termal ısıtmayı sevgili kocam bana uzun uzun anlatmıştı. Kendisi ısı transferci olduğu için sistemin nasıl çalıştığını benim kavrayacağım şeklinde izah etmişti.
Ayrılırken, kalbim Provence’da kalacak...

PROVENCE’SI PEK SEVDİM...