AHH GÜZEL İSTANBUL…

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Haluk Derinöz, Serpil Sapmaz ve Tevfik Soyata... Muhteşem bir Arsuz gecesi yaşattılar geçen gece bize... Akdenizin koyu lacivert, yıldızlarla dolu semalarının altında bize eski İstanbul’u; dolayısiyle ülkemizi anlattılar. Füsun Sayek Kültür Etkinliklerinin yedincisi devam ediyor...
İstanbul yedi tepe üzerine kurulmuş.Sembolik olarak yedi önemli bir rakam, çünkü insanın yüzünde de yedi delik vardır. Onun için Hazreti Mevlana neyi kamil insana benzetir. 5-6 milyon kamış arasından sadece birisi ney yapılmak üzere seçilir. Ve Samandağ’ın kamışından yapılır ney... Herhalde bütün dinlerin amacı da aslında insanların olgun olmalarına dayanır. Tevfik Soyata tamburla eşlik ederken, Haluk Derinöz bize anlatıyor... Bir çeşit yol tarifi vardır; bir çeşit ev tarifi... Oraya vardın mı sağa dön, solda bir bostan göreceksin, doğruca git, ilerde solda köşede önünde koca asırlık bir çınar ağacı cumbalı, saray yavrusu bir konak... Sonra az meyilli bir yokuş, vur o yokuşa... Aşağı yukarı 100 adım ötede bahçesinde salkım söğüt küçük, kuş yuvası gibi ahşap bir ev. Karşısında küçük bir bakkal var. İşte o ev, Bestenigar Kalfanın evi... Ahh Bestenigar...
Ahmet Rasim Bey anlatıyor: Birgün arkadaşlarla Selat’ın meyhanesinde yemek yerken, Zabit başucuma dikildi... “Zatıalilerini merkez komutanlığına götürmeye memurum”. Şöyle bir ayıldım! O gün, o günden evvelki makalelerim birer birer gözümün önünden geçti. Öyle şüpheli birşey yazmamıştım. O halde merkez komutanı Sadettin Paşa, Sultan Hamid’in baş mutemedi acaba beni ne diye arıyordu? Soğuk bir terin ensemden belkemiğime doğru ilerlediğini hissettim. Tipili bir gece yarısı faytona bindirilerek Sadettin Paşa’nın Çemberlitaşdaki konağına götürüldüm. Çok bekletilmedim. Fesimi gözlüğümü düzelttim. Redingotumun düğmelerini yokladım. Acele ilerleyip etekledim. Paşanın gözleri kıpkırmızı. “Sizi rahatsız ettik Rasim Beyefendi” dedi. İçim biraz ferahladı. “Başımıza geleni sormayın! Bestenigar Kalfa sizlere ömür”... Paşa’nın konağı zamanın musiki akademisiydi, Sultan Hamit’in cariyelerine raks ve musiki dersleri verirdi. Bestenigar kalfa, Paşa’nın baş hanendesi... O, ne ses... Kemençe gibi bir sestir o... Bir kemençenin perdeleri bile onda vardı. 15 gün evvel soğuk algınlığı gibi başlayan dört nala bir verem, güzeller güzeli tazeyi alıp götürmüştü. Paşa bana döndü: “Şimdi zatıalilerinden reca ediyorum, hale münasip bir güfte kerem buyurun” dedi. “Ferman efendimizindir” dedim çıktım dışarı. Güfteyi Ahmet Rasim yazar, besteyi de bir başkası...
Bestenigar kalfanın arkasından hüzünlü, iki farklı usülde bir şarkı bestelenir.
Seyyar satıcıların sesleri ayrı bir hava verirdi İstanbul sokaklarına...Ezan, namaz kılmayana bile bir ruh sükunu idi. Her vakit okunan ezanın ayrı bir yeri vardı. Üstad Minür Nurettin Selçuk, Yahya Kemal Beyatlı’ya ait aziz İstanbul şiirini bestelemek için günlerce tüm İstanbulu dolaşmış, ancak aradığı ilhamı bulamamıştı. Tam ümidini kesmişti, eve dönerken, mahalledeki bir cumbadan ninni nameleri işitti. Ninni hicaz makamında... O sırada akşam ezanı başladı. Tesadüf bu ya, ezan da hicaz makamında idi. “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul... Görmediğim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer” diye pek güzel bir beste yaptı...
“Bir bahar akşamı rastladım size/sevinçli bir telaş içindeydiniz” bir başka köşesinin kültürü İstanbul’un...
Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit içtimai toplantı yeriydi. Her sabah işine giden oraya uğrardı. Herkes birbiriyle bir kez daha görüşürdü. Hasta, yoksulun ailesine, kimsesiz kadının ailesine orada çare aranır bulunurdu. Doktor yollanır, ilaç alınır, kömür gönderilir, para toplanırdı. Toplanır gönderilir, ancak para verenler asla söylenmezdi. Yardım olduğu bildirilmezdi. “Akrabanızdan biri göndermiş” denirdi, adını söylemeden. Sabah ezanında kalkılır,kuşluk vakti birşeyler yenilir, gün batarken ya meyhaneye uğranır, ya eve dönülür fakat yatsıdan sonra uyunurdu. Tatyos Efendi bir sabah evden çıkarken hanımı: “Pasam, sakın geç kalma erken gel” dedi... İş çıkışında arkadaşlarının ısrarına dayanamayan Tatyos, meyhaneye uğradı. Bir tek, iki tek, derken küfelik oldu. Arkadaşları onu küfe içinde evine gönderdiler. Soğuk havanın da tesiri ile kendine gelen Tatyos, sabah, hanımının kendisine söylediklerini hatırladı. Kendini affertirmenin tek yolu vardı! “Bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma erken gel”...
Bir çeşit hizmetçi kadın vardı; bir çeşit ev halkından olanlar... İhtiyarlayan dadı olurdu, ana yarısı... Genci evlendirilirdi ve kocasıyla o eve bağlı kalırdı. Varlıkları irdi, yoklukları bir...
Bir çeşit külhanbeylik vardı... Bir çeşit emniyet kolu... Mahallenin namusundan mesul sayardı kendini bunlar. Mahallenin bekçisine karakoluna yardımcıydılar. Biri dara düştüğü zaman bunları yanında bulurdu. Soygunda bekçi; yangında tulumbacıydılar. “Denizde kaplan, karada aslan; var mı bize yan bakan?” “Teeeeyd” Mevlanakapıda bağıran tulumbacıların sesleri Üsküdar’da camları titretirdi. “Yangın olur biz yangına gideriz...”
İstanbul, anlatmakla bitmez... Haluk Derinöz’ün bize anlattıklarını kısa şekilde özetlemeye çalıştım...

AHH GÜZEL İSTANBUL…