AGORA MEYHANESİ NEREDE?
Haliç’in iç kısımlarında epey gezdikten ve acıyarak bir sürü harap ev gördükten sonra kıyıya inince üç eski bina gördük. Bunlardan birisi, PTT binası, diğeri Kadın Eserleri Kütüphanesi, bir diğeri de Bulgar Aziz Stefan Kilisesi. İşte burası çok önemli, zira bu kilise, dünyanın ilk ve tek dökme demirden pre-fabrik olarak yapılan kilise ünvanına sahip.
Kilisenin yapılışının da ilginç bir öyküsü var: Daha çok, İstanbul’un Kadıköy’ünde oturup süt ve mandıracılık işiyle uğraşan Bulgarlar, Fener Patriği’ne bağlı olmaktan bıkmış ve kendilerine bir kilise yapmak için Sultan’a başvurmuşlar. Seneler sonra izin çıkmış ve kilise ihale edilmek suretiyle yaptırılmış.
Bulgarların süt ve süt işleriyle uğraşmalarını çok önemsiyorum. Zira, bugün yediğiniz yoğurdun oluşmasına neden olan bakterinin ismi de “Bulgaris”. Yoğurdun Ortaasya’dan geldiğini söyleyenlere saygı ile duyurulur!
Evet Bulgaris bakterisini bir yana bırakıp, Haliç’e geri dönebiliriz. Elime verilen broşürde Balat semtinin Fener’e göre daha yoksul bir semt olduğu yazılı. -Aslında bugün, Haliç’in etrafında yer alan tüm semtlerin yoksul olduğu ayan beyan görülüyor.- Yoksul dar sokaklarda yürürken rehberimiz Deniz Bey, bir binayı işaret edip, buranın çok eski bir sinagog olduğunu söylüyor. Çevrede de, bir zamanlar pek güzel olan Yahudi evleri yer alıyor. Evlerin cepheleri pek dar ve çok katlı. Rehberimizin söylediğine göre, dışardan gördüğümüz 3 veya daha fazla kat, aslında bir evin farklı odaları ve bölümleri imiş. Yani, cephe o kadar dar olunca, evin odaları da küçük oluyor doğal olarak. Böylece evde alan yaratmak için kat çıkılıyor. Zamanında bütün bu evler ahşaptanmış. Ve sürekli yangınlardan zarar görürmüş insanlar. Sokaklar dar, evler bitişik, söndürme imkanları da çok kısıtlı olduğundan birkaç gün sürermiş yangınlar.
Veee bütün bunların ortasında, şarkılara konu olan Agora meyhanesi de buradaymış. Daha doğrusu yakın zamana kadar burada hoş meyhaneler varmış. Agora meyhanesinin tarihinin 19. Yüzyıla kadar gittiğini de yazayım buraya. Özhan Öztürk’ün Folklor Sözlüğünde Agora kelimesi için pek güzel bir tanım yapılmış: Ticaret amacının yanısıra, kent halkının , siyaset konuşmak, hatta mahkeme amacıyla toplandığı sitelerde toplumsal yaşam alanı olarak kullanılan meydanın ismi.
İstanbul’un çok dinli ve çok dilli bir kent olduğunu biliyoruz. Balat semti de buna güzel bir örnek. Bir köşede Mimar Sinan’ın eserlerinden birisi Ferruh Kethüda Camisi yer alırken, hemen diğer köşede Ermeni Surp Hreşdagabet kilisesi yer alıyor. Hreşdagabet, baş melek demekmiş. Eskiden Rum kilisesi olan yapının içinde 727 tarhinde yapılmış şahane demir bir kapı var. Bugüne kadar çok iyi korunmuş. Kiliselerin içinde fotoğraf çekmek yasak olduğu için kapıyı maalesef fotoğrafyalamadım.
Deniz Bey, bu fotoğraf çekmeme işine de aydınlık getirdi. İnsanlar, özellikle eskiden kalan kilise, vb gibi binaların fotoğraflarını facebook’a koyunca büyük problem oluyormuş. Kimisi, hemen gece vakti yağma etmeye geliyormuş, kimisi de gelip tahrip ediyormuş. Bu fotoğraflar internette yaygınlaşıp görülünce çok sorun çıkıyormuş anlayacağınız.
Nitekim, bir kaç ay önce ölen Savaş Ay, durup dururken Surp Hregdagabet kilisesini diline dolamış. Birçok inançlı insan, bu kiliseye gelip, bir müddet kalıp, bazı hastalıklarından kurtulduklarına inanıyorlarmış. Yani, inananlar açısından tamamen safiyane inançla ilgili bir durum... Savaş Ay, aleyhte propaganda yapınca, kilisenin ziyaretçi sayısında büyük düşüş olmuş.
Gezimizi Ayvansaray’da bitirdik. Ayvansaray, eskiden küçük çaplı tersanenin olduğu bir yermiş. Bu nedenle de sokak aralarında kayıklar, sandallar bulunurmuş eskiden. Evet, bu semtte yine kiliseden camiye çevrilen eserlerin yanısıra Vlaherna Meryem Ana Kilisesi bulunuyor. Kilisenin ayazması pek meşhur. Akan suyun çok şifalı olduğuna inanılıyor. Buranın diğer bir özelliği vaktinde Vlaherna Sarayı’na ait olması imiş, ama bugün bu sarayın kalıntısı bile yokmuş ortalıkta. Efendim, ayazmanın başka bir özelliği ise baht açmasıymış. Evlenmek isteyenler, Paskalya’dan 40 gün önce, sabahtan hiç bir şey yemeden, içmeden, konuşmadan kiliseye gelip, bu sudan içiyorlarmış. Bu şekilde yapılan ibadetten sonra da bahtları açılıyormuş!
Bu arada Ayazma ne demek, onu yazıp, yazımı bitireyim. Kelimeyi Özhan Öztürk’ün yazdığı Folklor ve Mitoloji Sözlüğünden buldum, işte manası: Ortodoks Rumlarının kutsal saydığı su kaynaklarına verilen isimmiş. Suyunu içmenin bazı hastalıklara iyi geldiğine inanılırmış. Tabii buna bazı Müslümanlar da inanırmış. Genellikle Hristiyan bir aziz veya azizenin ismini taşıyan ayazmalardan 1953 yılında sadece İstanbul’da 126 tane bulunuyormuş. Bugün, bu rakam çok düşmüş durumda herhalde.