YONA KÖYÜNE OKUL AÇMAK SEVDASI

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Şakir Sabri Yener’in “Gaziantep’in yakın tarihinden notlar ve hatıralar/Gaziantepliler’in Maarife Hizmetleri” isimli kitabını okumaya doyamıyorum. Yona (Çaybeyi) köyünde 1913 senesinde Dayı Ahmet Ağa tarafından açılan okulun açılış hikayesini Şakir Sabri Bey ve Ağa’dan nakletmek istiyorum:
Yalnız, burada yapılan çok önemli bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. –Yazmazsam çatlarım!- Ve maalesef aynı yanlış yazı yazan herkes tarafından tekrar tekrar yapılıyor. Şakir Sabri Bey, 1913 ü anlatıyor, o devirde şehrimiz: Antep; Gaziantep değil... Cumhuriyet öncesi dönemden bahsederken Antep demek gerekmez mi? Hatta, Ayıntab demek belki daha doğru olur.
Dayı Ahmet Ağa, çok konuşkan ve espiritüel bir adam. Çok katılımlı bir toplantıda bile kendini dinletecek hitap kabiliyetine sahip. Ayrıca, nüktedan da olduğu için meclisdekileri güldürebiliyor. Şakir Sabri’nin yazdıklarından Ağa’nın debdebeyi ve gösterişi sevdiği de anlaşılıyor. Yona’ya gelen misafirlere mutlaka çiftlikdeki ihtişamı göstermekten keyif alıyor. Aynı zaman da pek misafirperver olan Ağa, gelen misafirlere çiftliği oda oda gezdirmekten yorulmuyor.
Genç bir öğretmen olarak Yona’ya atanan Şakir Sabri de ilk Yona’ya ilk ulaştığı günlerde çiftliğin her tarafını detaylı olarak geziyor. Bu tanıtma gezisi sırasında kilerlerden birinde boru gibi dürülü, siyah ziftli bir muşamba görüyor. Dayı Ahmet Ağa’ya, “Bu nedir?” diye soruyor. Dayı, gezdirme işi bitince bir yere oturup, siyah ziftli muşambanın ne olduğunu anlatıyor. Şimdi Dayı’yı dinleyelim:
“Şu anda harem dairesinin içinde oturuyoruz. Buranın çatısı yok, damı toprak. Çatı yaptırmak için Antep’ten kiremit getirmek için yol uygun değil. Daha doğrusu yol yok! Burada Yona’da bir kiremit ocağı kurmayı düşündüm, ancak, ona da toprak elverişli değil. Toprak dam, çok ilkel birşey. Kışın yağmur kar yağdığında dam, akar, eşyalarımız berbat olur.
Almanlar tarafından yapılmakta olan Berlin-Bağdat demiryolu hattı Akçakoyunlu köyüne yetişti. Yolu yapan Alman mühendisler Akçakoyunlu’da ikamet ediyorlardı. Bir gün kalktım, mühendislerin yanına Akçakoyunlu’ya gittim, onları Yona’ya yemeğe davet ettim. Ertesi gün davetime geldiler. Öğle yemeğinden sonra hep beraber konağın damına çıktık. Alman Mühendis gurubu yedi kişiden oluşuyordu. Damın aktığını ve eşyaların berbat olduğunu onlara da anlattım. –Kolay, dediler. Bizde siyah ziftli muşamba var. Ondan size kafi miktarda hediye ederiz. Uygun mevsimde damın toprağını sıyırtırsınız. Damda on santim kalınlığında kalan toprağın üzerine bu muşambaları yaydırır, üstüne yine âdetininiz olduğu üzere toprağı yaydırırsınız, silindirletirsiniz (loğlatırsınız) toprak perkir, damda da akma olmaz. –Ben de öyle yaptım. Damda ki akıntıyı bu şekilde önledik. İşte o gördüğüm siyah muşamba bunlardan artakalandır. Muşambalar, hep o gördüğün gibi, soba borusu kalınlığında ve ikişer metre uzunluğundaydı.”
Dayı Ahmet Ağa, sözlerine devam ediyor: “Hocam! Alman Mühendislerle biz damda bu işleri konuşurken bizim çiftçiler de köyde, duvarların diplerinde küme, küme oturmuşlar, boş bakışlarla bizi seyrediyorlardı. Baş mühendis Almanya’nın ünlü mühendislerinden birisi imiş. Bizim, oturan köylüler dikkatini çekti. Kendisi gayet iyi de Türkçe konuşuyordu. Bana sordu:
Başmühendis: -Ağa, bunlar kim?
Ben: -Bunlar bizim çiftçilerimiz dedim.
Başmühendis: -Peki şimdi iş zamanı değil mi? Çalışma saatında bunlar ne diye tembel tembel oturuyorlar?
Ben: -Onların böyle oturmasına sen sevinmeli ve onları alkışlamalısın! Dedim.
Başmühendis: O ne demek? Niçin alkışlayıp, memnun olmalıyım? Diye hayretle yüzüme baktı.
Ben: -Eğer onlar böyle tembel bemel oturmasaydılar şimdi sizin, bizim topraklarda ve benim konağımın damında ne işiniz vardı? Eğer bunlar böyle oturmasalar da çalışsalar, sizinkiler gibi yüksek ilim ve irfan sahibi olsalardı, şimdi buralara döşediğiniz demirleri, rayları onlar döşerlerdi. Bana vereceğiniz muşambaları onlar yaparlardı. Size de ihtiyaç kalmazdı!
Bu sözler başmühendisin çok hoşuna gider. Kahkahalarla güler. Diğer Alman mühendislere de tercüme eder, onlar da gülüşürler.
Başmühendis: -Madem ki dobra dobur konuştun, ben de bir Alman’a yakışan ciddiyetle konuşacağım, dinle!
-Biz Fransızlarla çok savaştık ve mağlup olduk. İmkanlarımız kısıtlandı. Elimiz kolumuz bağlı, böyle duvar diplerinde tembel tembel otururduk. Bir gün Alman büyükleri bir kongre topladılar:” Alman milletine böyle pineklemek, oturmak yakışmıyor” dediler. Kalkınma işine, askerlikten mi; ziraattan mı, teknik işlerden mi; ticaret veya ekonomiden mi başlamayı tartıştılar. Kongreye katılan ve uzun süre suskunluğunu muhafaza eden bir adam: “Bunların hepsi boş laf. Hepsi de bilgi ister, bilgisiz iş yapılmaz. Biz, herşeyden evvel insan fabrikaları açalım, fikir üretelim; ne yapacaksak ondan sonra yaparız” ded. Diğerleri “insan fabrikasının” ne olduğunu anlamadılar. Adam: “Yurdumuzun en ücra köylerinde bile okul açmalıyız, herkes eğitilmeli. Önce milli eğitimden başlayarak kalkınmalıyız, daha sonra diğer işleri kolaylıkla yaparız” dedi. Bu fikir kongrede alkışlarla kabul edildi. 33 sene içerisinde Almanlar, bir başka ülkede demiryolu döşeyecek hale geldiler. İşte sizin için de kurtuluş yolu budur.
Alman Baş mühendisin bu sözleri Dayı Ahmet Ağa’yı etkiler. Ertesi gün Halep’e gider, Vali’ye çıkar. Vali Bey, Yona köyünde bir ilkokul açmayı kabul eder.
Karar, Halep Genel Meclisi’nden de geçirilir. Her türlü formalite tamamlanır. Dayı Ahmet Ağa, Halep Maarif Müdürü Şükrü Bey’i, Yona Köyü ilkokulu’na öğretmen olarak Şakir Sabri Bey’in atanması konusunda da ikna eder. Ve böylece Yona köyünde 1913 yılında eğitim hayatı başlar.
Dayı Ahmet Ağa’nın anlattığı okul öyküsü Şakir Sabri’yi derinden etkiler. Zaten çalışkan olan Yener, daha da hırslanır ve Birinci Dünya Savaşı’nın her türlü mahrumiyetine ve meşakkatine rağmen Yona’daki okulu açık tutar, öğrencilere ilim irfan öğretmeye devam eder.
Bir başka yazıda da Şakir Sabri’nin çocuğu olmayan Dayı Ahmet Ağa’yı çiftliklerini Milli Eğitim’e bağışlaması için nasıl ikna ettiğini yazmak istiyorum.

YONA KÖYÜNE OKUL AÇMAK SEVDASI