Hayatın İçinde Bir Sayıdan İbaret Değiliz!
“O, onun suçu değil, senin suçun, benim suçum, bizim suçumuz.” Biz onları doğuştan itibaren terk ediyoruz, sevgi nedir bilemeden hayatı yutuyorlar. Onun için onlar ilgisiz, duyarsız, aşkınlıktan kopuk büyüyüp yaşamı bilemiyorlar. Pieta(Acı) filminin bir sürecinde bu derin etkileşimle karşılaşıyoruz. Acı doluyor içimize, “hazmedilmesi zor olan acı manipüle ediliyor,” diyor filmi izlemeyi öneren dostumuz. İnsanın duyguları yoksa yanlışsa, başka türlü yönetilmişse sadece kendin tükenmiyorsun, yıkıcı bir fenomene dönüşüyorsun.
“Sizin yeni bir şeye başlama hakkınız yok,” diyen sesin yankısının şiddeti ne çoğaltıldı değil mi? İşimize, aşımıza, emeğimize göz koyan koca sistem insanların çoğunluğunu boş paket olarak tanımlıyor ve kurbanını buna ikna ediyor. Daha büyük sermayeleri olsun diye, küçük bir azınlık kendini daha iyi hissetsin diye belirlenen hükümler, uygulanan eziyet, çoğaltılan acımasızlık, yükseltilen tahakküm yaşamın hiçbir yarısında kendimize gelmemize zaman tanımıyor. “Depresif sargılı” ruhlarımız ve “bipolar bozukluk” buğusunu kuşanmış zihinler. Karartılan hayat formlarımız sahte ile gerçeği ayırt edemezken, hiçliğin tuvalinde sönümleniyor öz varlık, irade ve erdem.
Pieta filminin intikam (doğal hukuk) peşindeki karakteri: “Para nedir ki? Her şeyin başı ve sonu; sevgi, onur, şiddet, öfke, nefret, kıskançlık, intikam, ölüm,” diyor. Filmin acılı yüreği, sevdiklerinden ayrık bırakılan ve hayatları tahrip edilen insanlarla duygudaşlık kurması için zulmedene sevgi tattırıyor. O sevgi dönüp ilk defa kaybetme duygusunu canlandırıyor; vicdani duyarlık sevgi ile beliriyor. Sevdiğini, ürettiğini, yarattığını, emeğini kaybetme olasılığı belirince bir başkasını anca anlıyor insan.
Belli zamanlarda egemen öğretiler bizi koltuğumuza çivilese de doğru yanlış çatışması mevcutla yetinmez. Bilinçaltlarımız, hayata kalmak ve gördüğünü anlamlandırarak gelecek nesillere taşıma görevini es geçemez. Onun için yeni hikâyeler arzumuz varoluşta otomatikleşmiştir. “İleri hayata” zenginlikleri miras bırakma içgüdümüz kodlanmıştır. Önemli olan bu ötekine aktarımı ve hayata geçirebilme işleminin (daha çok yıkılışlar olmadan) gerçekleşmesidir. Gerçeklerin karşısında herkesin susması gerekmiyor. Koca hayatın içinde bir sayıdan ibaret değiliz. Yani asil olan yeryüzündeki saçmalıkları sorgulamaktır.
Yeryüzünün her kum tanesi iktidarın öğütücü taşıyla ufalanmıştır. İktidarın yapay kurallarını giyiniyoruz, böylece kendimize özgü şeffaflık darmadağın oluyor. İktidar suyu, toprağı ve havayı tanımaz; yaşamı öncelemez, insanla ilgilenmez ve binlerce yıllık sonrayı kendine himaye etmek ister. Bu kalıptaki bireyleri çoğaltıp etrafımız sarmalamak ister. Sorun hep buradadır; insanlar ya gücün alevlendirdiği yangını içine çekip can çekişecekler, ya da her şeye yeniden (iyinin kaldığı yerden) başlama hakkını kullanacaklar.
Hayatı ve sözünü yerine getirmeyenler, sessizliğe bürünmemizi öğütlüyor; sahici olanla yan yana durmayı umutsuzluğun kıyılarında koşma olarak tanımlıyorlar. Sömürü düzenin en büyük cazibesi olan zorlama ve teyakkuz hiyerarşisi içimizde kontrol mekanizması görevini üstleniyor. Empati, adalet, eşitlik, dayanışma ve kolektivizmin bir zerreciği ile tanışmayan karakterler hayatı ıskalıyor. Kim Ki-Duk’un 2012 yapımı “Acı(Pieta)” filmi kimsesiz büyüyen ve hayata karşı acıması olmayan bir insan üzerinden bunların çoğunu bize aktarıyor. Filmde görüleceği gibi zalimliğin temeli insanın kimsesizliği, duygusal fakirlik, kamusal hayattan kopuş. Böylece makineye, paraya, çıkara sıkışan zihniyet gaddarlığı doğuruyor.
Bir şeyi ısrarla anlamıyorsak, bu onun anlaşılmaması için engeller oluşturulduğuna işarettir. Bıktırıcı ve umut vaat etmeyen yabancılaşmayı irdeledikçe, sorguladıkça ve anlamaya çabaladıkça aslında bizim için belirlenenin hiç de doğru (göründüğü gibi) ilerlemediğini fark ediyoruz. Bu “kendini yeniden ele geçirme” hamlemizdir. Hani Nietzsche diyor ya: “Bizler yalnızca kitaplar arasında düşünenler değiliz, açık havada, yürürken, dağları tırmanırken, dans ederken düşünmek bizim alışkanlığımızdır.” İyileştirirken, kötüleşirken, endişelenirken, taşkınken, paniklerken doğruyla iç içe olmak özgür ruhun farkındalığıdır. Gombrowicz’ın dediği gibi “yapaylığa mahkûm edildik, kendim olmama izin verilmedi, öyleyse yapacak şey yapaylığın bilincine varmak ve bu maskeli itiraf etmek.”
Jean Baudrillard’la yol alırsak; yenileşmenin sırrı belki de kendimizle sınırlı değil. Sırrımız, “ötekinin gittiği yere gitmektir; kendi kendine düşlemek değil, ötekilerin düşlediğini düşlemektir; kendi başına inanmak değil, inanlarla inanmaktır, beklenmeyen varlığın yabancı biçimiyle birleşmektir.”
Er geç her canlının kalbi yumuşar, zihni atılım yapar, ufuklara yüzünü döner, aydınlığa sarılır. Bunun için bir şeyleri olmalı insanın. Mesela bir gökyüzüsü olmalı insanın, ay ve güneşin adaletine bakmalı, yeniden doğuşu gözlemlemeli, buluttaki sınırsız özgürlüğü duymalı, uzayıp giden mavideki tevazuyu hissetmeli. Sevecek bir hayatı olmalı insanın ya da sevebileceği hayata yol almalı.
Tüm zamanımız yaşamdan tecrit edilerek tükenmemeli. Dünya ile sahici bir iletişim için doğru adımlar atmalı.
Unutma, çürüyen her şey aleyhimize ilerler!
Yararlanılan Kaynaklar:
Siyah Deri Beyaz Maskeler (F. Fanon)
Kötülüğün Şefaflığı (Jean Baudrillard)
Aklın Serüveni ve İsyanı (Nietzsche)
Pieta (Acı) Filmi
İçimizdeki Yangın Filmi