TAKVİMİN, 31 TEMMUZ VE 31 AĞUSTOSUN ÖYKÜSÜ

Günlerdir okuyanları biraz rahatlatacak, Türkiye’nin adaletteki, tarımdaki, hayvancılıktaki, eğitimdeki, üretimdeki, ekonomideki, sağlıktaki başarısızlıklarını kısa süre için de olsa unutturacak bir yazı yazmak istiyordum.
Yaşadığımız günlerde, haber kaynaklarında, hiç hak etmediğimiz, sadece gelişmeye niyeti olmayan ülkelerde normal sayılabilecek başarısızlıkların, yönetim kabiliyetsizliklerinin sebep olduğu yokluk, yoksunluk ve düzensizliği manşetlerde görmek, çoğumuza çok ağır geliyor. Her sabah tarımda bir düşüş, hayvancılıkta bir çöküş, eğitimde bir kriz, sağlıkta bir çığlık, adalette bir skandal, ahlaki değerlerimizde gözle görülür çürüme haberleri hepimizin ruh sağlığını bozdu.
Madem bugün 31 Temmuz, o halde 31 Temmuz ve 31 Ağustos’un öyküsünü yazayım dedim.
Hepimizin bildiği, planlarımızı ona göre yaptığımız, umutlarımızı bağladığımız takvimin tarihi neredeyse üç bin yıl öncesine dayanıyor. M.Ö. 7. yüzyılda, tarihte birçok başarılara imza atmış olan Roma İmparatorluğu’nun kurucusu Romülüs döneminde bilim adamlarının yaptığı çalışmalarla bir yıl; 10 ay ve 304 gün olarak kabul edilmiş.
Romalılar birinci ayı savaş tanrısı Mars’a ithafen Martius yapmışlar ve Martius otuzbir gün olsun demişler. Sonraki ay güzellik tanrıçası Aphrodite'e ithafen Aprilis olmuş, otuz gün olmasında karar kılınmış. Titan Atlas'ın kızı ve haberci tanrı Hermes'in annesi tanrıça Maia'nın adından esinlenerek diğer ayın adını Maius koymuşlar. Bundan sonraki ayları da aynı ilk aylarda yaptıkları gibi, bir otuz gün, bir otuz bir gün şeklinde sıralamışlar. Öyle olunca Maiusa otuz bir gün düşmüş. Bizim Hera olarak bildiğimiz güzeller güzeli ana tanrıca Junon’un adı bir sonraki aya verilmiş. Sıralama gereği bu ay otuz gün olmuş. Akıllarına başka isim gelmeyince diğer aylar; beşinci anlamında Quintilis (otuzbir gün), altıncı anlamında Sextilis (otuz gün), yedinci anlamında September (otuz gün), sekizinci anlamında Oktober (otuzbirgün gün), dokuzuncu anlamında November (otuz gün), onuncu anlamında da December (otuz gün) şeklinde isimlendirilmiş.
Daha sonra Roma’nın ikinci kralı Numa Pompilis (M.Ö. 716-673) döneminde bilim adamları bir yılın 12 ay ve 365 gün olması gerektiğini ilan etmişler.
Antik Roma’da, dini ayinlere, giriş kapılarını açan, tüm bereketli ve mutlu başlangıçları temsil eden tanrı "Janos"u anarak başlanırmış.
Öyle olunca da ilave edilen ayın Januarius (otuzbir gün) olmasına ve tüm ayların başına geçmesine karar verilmiş. İkinci ilave edilen ayın adı da latince “Arınma anlamına gelen "Februa" sözcüğünden türetilerek “Februarius” olmuş.
M.Ö. 45’te Julius Sezar, astronom Sosigenes’e Jülyen takvimi adını verdiği yeni bir düzenleme yapma görevi vermiş. Sosigenes, bir yılı 12 ay ,365 gün ve 6 saat olarak hesaplamış. Artık 6 saati, her dört yılda bir şubat (Februarius ) ayına eklemeyi önermiş. Sezar; Quintilis isimli ayın kendi adıyla anılmasını istemiş ve o ayın adı “Julius “ olarak değiştirilmiş.
M.Ö. 44'te Julius Caesar'ın suikastından sonra iktidara gelen imparator Augustus, Cleopatra’nın öldüğü zamana denk geldiği için, "Sextilis" adıyla bilinen ayın, kendi adı olan “Augustus” olarak değiştirilmesini istemiş. Ancak bu ay, kadim kural gereği otuz günmüş. Ezeli rakibi Julius’un ayının otuzbir gün olduğu bir takvimde, Agustus’un adını taşıyan ay otuz gün olamazmış. Derhal kural bozulmuş, zaten eksik gün yüzünden 29 güne düşen şubattan (Februarius ) bir gün daha alınarak Agustus’a eklenmiş ve birbirini takip eden hem Julius hem de Agustus otuz birer gün olmuş.
M.S. 325 yılında Hz. İsa’nın doğumu; Roma Takvimi’nin başlangıcı olarak kabul edilmiş ve “Milâdî Takvim” adıyla tanınmış.
1582’de Papa XIII. Gregory, yayınladığı kararname ile son şekli verilen takvimi “Gregoryen takvim” olarak ilan etmiş. Birçok ülke bu takvimi benimsemiş, 1927 yılında da Türkiye bu sisteme geçmiş.
İşte binlerce yıldır insanlığın kullandığı takvimin öyküsü böyle.
M.Ö. 2000’lerde, yani günümüzden neredeyse dörtbin yıl önce Babilliler yedi günü “Bir hafta” olarak kabul edip, isimlerini tarihe yazdırmışlar, biz ise günümüzde hala “Sakız çiğnersek orucumuz bozulur mu, küçük kız çocuklarının dizleri babalarını tahrik eder mi?” gibi akıl almaz cehaletle vakit geçiriyoruz.
“Şu takvim yaprakları hızla düşse de biz de bizi çağdaş dünyaya ulaştıracak, ilmin ışığında koşan, aydın bir parlamenter sisteme kavuşsak” demekten başka çıkar yol bulamıyorum.
