İstanbul’da yaşayan tuzu kuruların Türkiye’den haberleri yok
Günlerden beri ilk kez bugün öğleye doğru hava açtı. Biz de günlerden beri yapamadığımız geleneksel turumuzu tamamladık.
Yolumuzu yazın asfaltladılar, arabamız normalden daha sık balans ayarından, amortisör değişiminden falan kurtuldu. Ancak, medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, asfaltı çok kalın döktü ve yolun kenarında ki tüm yabani bitkileri yok etti. O yabani bitki alanı benim için kaldırım gibiydi, arabaların gelip geçmesinden çok fazla etkilenmiyordum. Şimdi asfalt yolun kenarından yürümek zorunda kalıyorum, trafik levhaları olmasına rağmen sürücüler çok hızlı kullanıyorlar, yürürken tedirgin oluyorum. Hatta araç görünce durup bekliyorum, geçtikten sonra yeniden yürümeye başlıyorum.
Bizim siteden çıkıyorum, yoldan yürüyüp, başka bir siteye girip, merdivenden sahile inip, plajdan bizim siteye dönmüş oluyorum. Diğer site, çok gelişmiş bir güvenlik sistemi koymuş kapısına. Site kapısı sakinlerin cep telefonlarında ki şifrelerle açılıyor. O nedenle benim ya kapının önünde çıkacak/girecek bir araba beklemem, ya da site sakinlerinden birisine telefon edip, açmalarını rica etmem gerekiyor.
Ben, uzun yıllardan beri sosyal alanda çalışırım. Bu konuda pek ilginç anılarım da vardır. Benim yetiştiğim Antep’te annem, babam ve onların arkadaşlarından öğrenmiş olmalıyım. İyi ki öğrenmişim, bir başkasına yardım etmek beni çok mutlu ediyor ve hatta besliyor. Gel gelelim bugünün toplumunu oluşturan bireyler bu işlerden oldukça uzak. Onlara göre, “Bir kişi, bir diğerine gönüllü olarak neden yardım etsin ki?” Yapılan işin mutlaka maddi bir karşılığı olmalı, yoksa yapılmamalı.
Mandalina satılsın diye Sevgili Rakela Altıntaş Çakon paylaşımımı Women’s Kulüp’e koydu, sağ olsun. Ben de görünce sevindim, altına yorum yazdım. Derken bir hanım, “Sattığı mandalinayı kendisi bile tatmamış” şeklinde bir yorum yazmış. Doğru, henüz tadamadım, hava yağmurluydu hasat yapamadılar. Hatta, parasını ödediğim halde mandalinamı alamayacağım, zira yarın kontroller için Adana’ya gitmek zorundayız, ancak döndükten sonra kendim gidip alacağım, ancak haftaya tadacağım.
Bir başka hanım da “Hatay toprağı asbest ve diğer kimyasallar içerebilir dikkat” demiş. Ben de “ciddi bir iddiada bulunuyorsunuz elinizde böyle bir kanıt varsa açıklayın” dedim. Bu arada ben bir kaç ay evvel, yine tarım nedeniyle Arsuz’da yapılan toprak analizine bakmıştım, asbest veya kimyasal madde olmadığını görmüştüm.
Depremle yerle bir olmuş bir vilayet burası… Halen konteynerlerde yaşayan dolu insan var. Konteyner minnacık bir oda… yazın içi 50-55 derece olabiliyor. Kışın da soğuk oluyor. Orada yaşayan insanlar hava yağmurlu değilse zamanlarını konteynerin dışında geçirmeye çalışıyorlar, ev değil orası, bir oda çünkü… Yağmur yağınca konteynerlerin çoğu akıyor. Yazın su sıkıntısı oluyor, suları kesiliyor. Konteynerde yaşamak bir ıstırap…
Depremde hasar gören evler de ayrı konu… “ağır hasar”, “orta hasar” “hafif hasar” raporları ehil kişiler tarafından verilmedi. Torpili olan ağır hasarlı binasını kurtardı, olmayanın hafif hasarlı binası yıkıldı. Durum bu kadar kötüyken, şurada ilaçsız tarım yapmak için çaba harcayan çiftçiler var, adam malını kabzımala vermek zorunda kalmasın biz de ilaçsız meyve yiyelim diye çabalıyorum.
İstanbul’da yaşayan tuzu kuruların Türkiye’den haberleri yok. Yoksulluğun, açlığın, eğitimsizliğin, adaletsizliğin, eşitsizliğin, evsizliğin, işsizliğin hangi seviyede olduğu konusunda minnacık bir fikir sahibi değiller. Yıllar evvel, İstanbul’da katıldığım bazı sivil toplum örgütü toplantılarında görmüştüm bunu. Bir kaç söz söyleyerek anlatmaya çalıştım, üzerime yürüdüler. Sonra da katılmadım o toplantılara, öyle ya keyiflerini bozuyordum. İnsanlar gerçeği bilmek istemiyorlar, gerçek tarihi bilmek istemedikleri gibi…