Pandora'nın Pithosu (Kutusu): İnsanın Değişmeyen Olağan Doğası (Part 2)

YAYINLAMA: 15 Ocak 2025 / 00.00 | GÜNCELLEME: 14 Ocak 2025 / 11.24

Birinci bölümde hatırladığınız gibi insanın doğasından yola çıkarak kategorik bir bakış açısı sergilemiştik. Bu bölümde ise binlerce yıl önceden elimize geçmiş ister sözlü (Homeros ve Hesiod) ister yazılı kaynaklara-örneğin hiyeroglifler, papirüsler ve kil tabletlere- dayalı olarak insan doğasının tarihinde yolculuğa devam edeceğiz. Bunların incelenmesinden sonra modernite ya da uygarlık adı altında deneyimlediğimiz her şeyin, aslında ezelden beri yaşadığımız şeylerin bir kopyası fakat sözde daha konforlu bir şekilde, uygarlık adı altında yaşanmaya devam etmesi dışında hiç farkı olmadığını göreceğiz. Elimizdeki tarihsel ve mitolojik kanıtlarla (antropolojik kanıtlara girmiyorum bile!) tüm değişim ve dönüşümlerin canlıların davranışlarının altında yatan temel dürtü, motivasyon ve motiflerin aslında insan varlığının kodlarını oluşturduğunu ve bu kodların binlerce yıldır hiç değişmeden modern denilen insanda dahi hâlâ hayat buluyor olmasının şaşkınlığını yaşayacağız. Ardından ise günah keçisi olarak işaret edilen zavallı (!) Pandora’nın Pithos’u ya da daha yaygın bir şekilde bilinen ismiyle Pandora’nın Kutusu hikayesi ile devam edeceğiz. Son olarak tehlikeli sularda yüzerek Pithos’un simgesel anlamını tartışarak bu seriyi bitirmiş olacağız.

Mitolojideki Pandora’nın Küpü ya da kutusu konusuna girmeden önce lanetin veya kötülüğün kültürel tarihteki izini sürmek gerektiğine inanıyorum. İlk bölümde ‘Değişmeyen tek bir şey varsa o da insanın doğasıdır’ diye öne sürdüğüm tezden yola çıkarak insanlık tarihinden olduğu kadar nesnelerin sembolik anlarımdan da çıkarımlar yapmamız gerektiğini ifade etmeye çalışmıştım. Bu minvalde genel saptamam şu: yazılı tüm kayıtlar şunu gösteriyor ki, maalesef, doğanın bir ucubesi (Erich Fromm’dan atıfla) ya da eksik bir varlık olarak kabul edilen insan,  karmaşık bir yapıya sahiptir. Bununla birlikte kendisine bahşedilmiş duyu organlarının yanında vicdan ve merhamet gibi duygulara da sahiptir. Dahası insan düşünce ve logos sahibi olmasıyla tüm diğer canlılardan ayrılmaktadır. Fakat tüm bu cevherlere rağmen sürekli olarak Arthur Schopenhauer’un sarkacındaki gibi ilkel çağlardan beri sıkılganlık ile acı arasında bir aşağıya bir yukarıya yolculuk edip durmaktadır. Bu kısır döngü içerisinde yaşamına devam ederken nerede durursa dursun, ne yaparsa yapsın ya sıkılganlığın ya da acının ortasında kalmaktan kurtulamamaktadır.

Neden? Aslında insan sadece doğduğu andan itibaren değil yaratıldığı günden beri bir ağlama, üzüntü, trajedi, hayal kırıklığı ve ıstırapla baş başadır. Ortaçağ’ın kapkaranlık döneminin ardından geliştirdiği ve içselleştirmeye çalıştığı tüm hümanizm, rasyonalizm ve modernizm gibi akımlarına bağlı olarak Batı dünyası, bilimde, sanatta ve estetikte şahikaya çıkmış olsa da insanın insana yaptığı zulüm, akıttığı gözyaşı insanlık tarihinin en korkunç ve en acımasız dönemi olarak tarihteki yerini almıştır. Hele hele, içinde bulunduğumuz dijital çağın tam da ortasında, yapay zekânın ve kuantum teknolojisinin olağanüstü gelişmesine karşın insanlık ve uygarlık neden hâlâ huzursuz, neden dünya barış içinde değil? Acaba fabrika ayarlarının bozukluğundan mı yoksa içindeki cevheri keşfedecek yetkinliğe ve olgunluğa erişmek mi istemiyor?

Aslında bu kaotik durum daha önce söylediğimiz gibi ilk çağlardan beri -o gün bu gündür- devam etmekte. Aslında ne dünyada barış ne de insanda huzur galaksinin yaratıldığı ilk günden beri mümkün olmadı. Bunun tabi ki birçok unsuru vardır. Bunlardan en önemlisi insanın kendi kozmik odasının derinliklerinde saklı durmakta olan kodlamadır. Bunu Thomas Hobbes’un Leviathan eserinin 93. sayfasında anlattığı “insanın doğa durumu” benim ise ‘mikro kozmosun yani insanın fabrika ayarları’ diye adlandırdığım her bir doğumda bir sonrakine aktarılan kodlarda gizli olduğunu düşünmekteyim.

Bu doğa durumu kısaca şöyle anlatılabilir: Yaşamda herkesin bir amacı vardır ve bu amaca ulaşma konusunda bireyler arasında sürekli bir mücadele ve bunun sonucunda kaosa kadar giden bir çıkar kavgası söz konusudur. Bu kaos öyle bir hal alır ki insan sürekli olarak var olabilmek için rakibi olarak (rakibin kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. A.Y.) kimi görüyorsa kendi eksikliğinden kaynaklanan bir korkuyla onu yok etmeye veya egemenliği altına almaya çalışır ki kendisi var olabilsin. Bu durum kelimenin tam anlamıyla insanın kendisinden başka kimseye güvenmemesiyle ilgilidir. Bu eksiklikler güvensizliğe ve ezikliğe sonra da, bir türlü kontrol edemediği çekememezlik, nefret, kindarlık ve kıskançlık gibi kişinin kodlarında saklı olan duyguların ortaya çıkmasına sebep olur. Eziklik ve eksiklik durumunun yarattığı korku da, rakip olarak belirlediği insanların bir an önce elemine edilmesini gerektirir. Ardından başlar şeytani diye adlandırılan politikalar, entrikalar ve hatta dramalar. Bu formatta olanlarda eksik olan akıl değildir. Onlar da eksik olan ahlaktır (Tolstoy). Ve bunlar akıllarını sadece şark kurnazlığı denilen Bizans oyunlarının tasarımı için kullanırlar. Bu tasarımın içerisinde, eziklik ve eksiklikten kaynaklanan düşünce merkezli ateşi -eş deyişle rakibini- daha kıvılcım halinde iken söndürerek kendi varlığı ve/veya konumunu ilelebet sürdürmekten başka bir amaç yoktur.

Aslında bu klişeler ve kişilikler bir Déjà vu’dan farksız olarak her daim ve her ortamda farklı formlar da zuhur ederler. Bu nedenle, ben bu duruma şeytani değil insani derim. Çünkü eziklik ve eksikliğe dayalı özgüvensizlik duygusu yaşayanlar, şahsi çıkar ve menfaatlerin tehlikede olduğu düşüncesiyle kötülük tohumlarının beslenmesi gerektiğini düşünürler.

Ancak bu şekilde varlığının veya konumunun önündeki tehdit bertaraf edilebildiğinden ben buna şeytani değil insani diyorum. Neden insani derim? İşin sırrı Pandora’nın doğasında saklı… Buna son bölümde değineceğiz ama bakın Thomas Hobbes bu durumu nasıl nihayetlendiriyor?

Bu doğa durumu “Homo homini lupus” bir başka deyişle “insan insanın kurdudur” şeklinde ifade edilir. Bu durum meşru mu, bana göre tabi ki değil ama bunu meşru kabul edecek insanlar da var. Peki ideal olan bu mu? Tabi ki değil. İnsan neden var olabilmek için yok etme gereği duysun ki?

İşte bu öylesine doğal kaotik bir durumdur ki ezelden beri insanın yaşadığı ve yaşattığı trajediler bir türlü son bulmamaktadır.

İsterseniz gelin şimdi de bu kaotik durumun dehlizdeki ilk anlarına gidelim ki Pandora’nın Küpü ile aslında insanın nasıl da bir kaosa sürüklendiğini görelim.

Değişmeyen tek şeyin timsali olan mikro insanın karşısında daha önce söylediğimiz gibi onun hayat bulduğu makro kozmos yer alır. Bu durumun izini sürdüğümüzde ister mitolojik isterseniz teolojik kaynaklara baktığımızda bize anlatılan şey genelde şunu gösteriyor: henüz daha her şeyin başında bir kaos vardı. Kadim Mısır mitolojisine göre başlangıçta kaos vardı ya da eski ahitin bize söylediği gibi başlangıçta ‘Söz’ vardı… Sonraki uygarlıklardan Fenikelilere göre de başlangıçta Cahut (dipsiz uçurum, kargaşa) ve Erebi (karanlık, güneşin batması ve karanlığın çökmesi), Yunanlılara göre de başlangıçta Khaos vardı (Cahut’la aynı anlama geliyor Kaynak Voltaire: Cahil Filozof, S.16).

Ayrıca, felsefenin ve semavi dinlerin tüm dünyaya yayılmasındaki merkezlerden birisi olan (şimdilik ama ileride muhtemelen kayıp kıtalar olacaktır A.Y.) Mısır’daki Memfis tapınağında yıllarca eğitim alan Thales, Anaksimendros ve Pisagor gibi düşünür ve bilginler ise yaşamın tözünün yani cevherinin hava, su, toprak ve ateş elementlerinde olduğunu öne sürmüşlerdir. Töz ya da arkhe olarak bahsedilen şeyin aslında kainatın oluşmasındaki en birincil cevherlerden birisi olarak SU olmasının izini antik Mısır mitolojisinde görebiliyoruz: “Başlangıçta sadece Nun vardı”.

(Dipnot: Tüm bu elementler aslında hem varlığı hem de yokluğu simgelerler. Bu elementlerin ne kadar büyük bir anlam taşıdığını ve ne kadar önemli olduğunu Pandora’nın kutusu pardon pithosunu anlatırken hep birlikte göreceğiz.)

Başlangıçta evren ne haldeydi? Keldanilere ve İbranilere göre başlangıçta kainat bir Tohu-Bohu yani şekilsiz bir haldeydi. Tohu-Bohu, tanrının ışığı yaratmasından hemen önceki kara delik misali bilinmez ya da betimlenemez bir yer şekli olarak açıklanabilir.

Ve ardından “And God said, ‘Let there be light’ and there was light” (Yaratılış Kitabı veya Genesis 1:3). Yani “Ve Tanrı: ‘Işık olsun’ dedi ve ışık oldu.” Çünkü ortada bir kaos vardı ve ‘OL’ deyince olduran bir güç olarak tanrı bu kaotik duruma son vermeliydi. Fiziksel (Zahirin) dünyanın ya da makro kozmosun kaotik durumuna ışıkla son verildi. Lakin batının yani mikro kozmosun iç dünyasındaki kaotik durum veya doğal durum nasıl sona erecekti ki bu sıkıntı ve ıstırap son bulabilsin?

Aslında başlangıçta bu durumun ardında ne vardı diye soracak olursanız; kıskançlık, riyakârlık, kurnazlık, yalan dolan, drama, trajedi, alavere dalavere işleri, doyumsuzluk, çekememezlik, bencillik, çıkarcılık, narsistlik ve ıstıraptan başka hiçbir şey olmadığını söylemek gerek. Sanırım tüm bunlar size hiç de yabancı gelmiyordur. Değil mi?

Gelin şimdi bu çıkarımı destekleyen hepimizin az çok bildiği ya da en azından duyduğu bazı örnekleri sıralayalım:

  • Mısır mitolojisinin en önemli karakterlerinden olan Seth’in kardeşi Osiris’e karşı beslediği kıskançlık sonunda Osiris’i öldürür.
  • Yunan mitolojisinde Gaia yeryüzü tanrısı olarak sıkılır ve Uranüs’ü doğurur ve sonra kendisine eş yapar. Ardından doğan tüm çocuklarını Uranüs -kendi geleceği ile ilgili duyduğu kaygılarından dolayı-yerin karanlık dehlizlerine (pithos) yani Gaia’nın rahmine geri gönderir. Uranüs’ün bu yaptıklarına daha fazla dayanamayan Gaia çocuklarından Kronos’u ikna ederek Uranüs’ü etkisiz hale getirir. Fakat Kronos’da bir gün kendi oğullarından birisinin de aynı şeyi kendisine yapacağını bildiğinden bu sefer o da kendisinden doğacak her çocuğu yutar… Bu durum, Freud’un Oedipus Kompleksi diye adlandırdığı bir başka trajedik olayı, bir babanın erkek çocuğundan gelecek bir tehlikeyi anlatmak için, literatüre kattığı bir sendromu doğurur ki tarihte tüm yönetici sınıfı oluşturan aile içi iktidar mücadelelerinde sıkça görülecektir.
  • Truva savaşına baktığımızda ise Olympos dağının güzel tanrıçaları aralarında sürekli bir rekabetin olduğu bilinmektedir. Truva savaşının meydana gelmesindeki sebepte tam da bu çekişmelerin kontrol dışına çıkması ile meydana gelmiştir. Homeros’un İlyada adlı eserinde anlatılan efsane, bir düğüne katılmasına izin verilmeyen Eris isimli bir tanrıçanın, kendisine yapılan bu haksızlık karşısında yaptığı dehşet plan insanlar arasında -bırakın arkadaşlığı dostluğu, kardeşler arasında bile- rekabetin hangi boyutlarda görüldüğünü anlatması bakımından düşündürücü bir başka örneği oluşturmuştur. Tarihin ilk güzellik yarışması olarak da adlandırılabilecek bir plandır bu. Davetsiz Eris düğüne kızgın bir şekilde eline aldığı bir altın elma-evet yine elma!- ile gelir ve elmayı “En güzele” diye Hera, Athena ve Afrodit’in bulunduğu yöne doğru atar… Bunun üzerine elmayı üçü de tabi ki kardeş olduklarını akıllarına bile getirmeden sahiplenirler. Zeus adil bir fani olarak bilinen Troyalı Paris’in bu duruma son vermek üzere karar vermesini ister. Üç tanrıça ise seçilebilmek için Paris’e rüşvet niteliğinde önerilerde bulunurlar. Hera krallığı, Athena bilgeliği ve savaş yeteneklerini, Afrodit ise ona dünyanın en güzel kadını olan Yunan kralının karısı Spartalı Helen’in aşkını vaat eder. Tahmin edin Paris kimi seçti? Truva savaşının başlamasına sebep olan Helen’i tabi ki!.. Mitolojik olay olarak yüzlerce yıldır anlatılan bu olay aslında gerçekten yaşanmış bir olaydı ve sonuçları kan ve gözyaşından başka bir şey değildi…
  • İnsanların kötülüğüne dair teolojik kaynaklarda gördüklerimiz içerisinde ise, aralarındaki çekememezlik ve kıskançlık nedeniyle üstelik yeryüzünde sadece birkaç kişi varken Kabil’in Habil’i öldürmesidir, insanın başlangıçtaki doğasını anlamaya yönelik çok çarpıcı bir örnektir.
  • Yakup peygamberin oğullarından olan Yusuf’un da kardeşleri tarafından kıskanılması, ortadan kaldırmak isteseler de yaptıkları plan gereği önce onu bir kuyuya atmaları ve sonrasında orada öleceğini düşünerek terk etmeleri!...

Destanlarda da farklı şeyler anlatılmaz. Örneğin;

  • İnsanlık tarihinin kil tabletlerine yazılmış en eski ve ilk edebi eserlerinden olan Gılgamış Destanında, Gılgamış aklı, gücü ve cinsel enerjisi ile Kralı olduğu Uruk halkı üzerinde büyük korkuya yol açar. Öyle ki ne kadar genç kadın varsa hepsini kendisine yar eder. Halk bunun üzerine Tanrılardan bunu dizginleyecek birisini yaratmasını ister. Tanrılar da bu isteği yerine getirerek Enkidu denilen ilkel bir adamı yaratır. Gılgamış Enkidu ile önce güreşe tutuşur ama ardından dost olarak krallığına karşı tehdit oluşturan canavarları birlikte yenerler. Her ne kadar barış içinde bitiyor görünse de bu destan da kontrolsüz güce sahip olanın nasıl da fabrika ayarlarının etkisi ile zulme meyilli olduğunu ortaya koymuştur.

Velhasıl, insan insanın kurdudur, bırakın arkadaşı, dostu, akrabayı… Ezelden beri yaşananlar; baba ile evlatları, eşler arasında yaşananlar bize hep bir şeyi, yani insanın doğası gereği “arızalı, eksik bir onto” yani varlık olduğunu anlatıyor. Başka neyi anlatıyor: siz kim olursanız olun, hangi sınıfa ait olursanız olun, hangi statüye, makama ya da unvana sahip olursanız olun aynı mağaranın farklı katmanlarında yaşayan sakinler olarak aynı kaderi paylaşacağınızı.

Devam edecek...

Pandora'nın Pithosu (Kutusu): İnsanın Değişmeyen Olağan Doğası (Part 2)
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
A
Ahmet DUMAN 7 saat önce
İnatla ve istikrarla yinelemek isterim.. Batı medeniyeti insanı insanın kurdu olarak tanımlarken biz güneyliler insanın insanın yurdu olduğuna inanırız.. Mitolojinin konu ile ilgili ne kurguladığına değil tarihi akış içerisinde insanın doğayı ve çevreyi nasıl inşa ettiğine bakarız.. Bizim için sığınak, tutanaktır insan.. Ve biz insana inanır, insanı harcamak yerine insana harcamak ilkesiyle hareket ederiz.. Kıymetli Hocam, haddim olmayarak,sizi güney literatürü ile hemhal olmaya davet ediyorum..