Parçalanıyoruz, hayatın içinde küçülüyoruz…

Zamana çalışıyoruz. Çağın hızlı anına yetişmek için tabanları yağlamaktan yorgun düşüyoruz. Manyetik biçimde bilinmeyen hedefe koşmaktayız. Bu yüzden etrafı algılamıyoruz, tabiatın sesleri kulağa işlemiyor, kokuları eskisi gibi hissetmiyoruz. Omuz omuza, yan yan yürüdüklerimizin yüzünü bile hatırlamıyoruz. Doğada, caddede, kaldırımda, durakta özdeşi olduklarımızı örseliyoruz. Aşka hazırlanan yılları atlayıp, ilk fırsatta başkalaşıyoruz. Oysa canlı algılarımız, körpecik ilgilerimiz, saf duygularımız, minik cesaretimiz okyanus olup tutsak olan damlayı özgürleştirebilir.
Artık az konuşan, güç ikna olan, olumsuza tutum almayan, titreyen ve küçülmüş bireyler olduk. Ne zaman, peki ne zaman sevinçleri öldürmeden ıssızlığa, yani sonsuzluğa gözler açık serpileceğiz? Hızlı yürüyoruz. Toprağı, kumu, çakılı, altın otunu, gürleyen havayı, bulutun alçalışını fark etmeden başımızı alıp gidiyoruz. Dolayısıyla parçalanıyoruz, hayatın içinde küçülüyoruz. Bu parçalanma canımızı acıtıyor, kasıyor, isteği öldürüyor, asabi yapıyor.
Oysa “Yunanlı Zorba’nın” dediği gibi, “vücut da candır, onun da bir yerleri acır, onun da ihtiyaçları ve bağrışları vardır.” Bu Can perdeleri kaldırıp ağaca, yıldıza, göle, kuşlara ve yaşlanmış da olsa güneşe sarılmak ister. Bedenin iç sesidir bu can. “O” nutuk yerine oynamayı, hissedilmeyi, şefkat duyulmayı, rüzgârda köşe bucak savrulmayı ve yağmurda sırılsıklam olmayı sever.
“Haydi çabuk çabuk gidelim, erken dönüp işe yetişelim, çocuğu okula yetiştirelim, kargocuyu kaçırmayalım” diye diye ay ışığını yüzümüze tutamadık. Mesela doğadan çok az şey öğrenir olduk. Öldürdüğümüz ömürden, basıp ezdiğimiz duygulardan bihaberiz. Ve zincirlerimizin halkaları o kadar çoğalıyor ki, esareti boynumuzda gezdiriyoruz.
Şöyle bir bakınca, zihnimizin ferahlığının duraksadığını fark edeceğiz; ışığın desen desen serpildiği gecelerin azaldığını öğreneceğiz. Çağın kıyıcı tuhaflıkları aklın ve kalbin çeperinde çetelerini kurmuş. Bu durumda kalbimiz ve vicdanımız sayısız ısırıklara ve yaralanmalara maruz kalıyor değil mi? Kötü şeyler olmuyormuş gibi köşemize çekiliyoruz. Yanlışı ve iyiyi tartarken tasarruf ediyoruz. İtirazda bulunmamak, düşünmeye ve anlamaya istek duymamak insanlığa bela edilen vebanın yeni versiyonu. Unutmayalım: Heyecanı ve öğrenme isteğini yitirdiğimizde, sorgulamayı kestiğimizde artık özümüz hırs amelesi bir bencile dönüşecek.
Sahip olunan teknoloji, hızlı tren, uydular, ülkeler, ahlak, inanç, mal, mülk, eski ve yeni uygarlıklar hiçbiri mutluluk ve özgürlük kadar ruhu iyileştirmez. Hiçbir makine duygular ve ruh kadar doğru işleyemez. Bütün boş şeyler (maddi şartlar), gölgedeki koyu yaşam, voltajı düşük ışık, çapraşık ısmarlama bilgiler beyin dalgalarımızın çekirdeğini çürütüyor. Oysa dereden bir güzel taş bulduğumuzda, husumetli iki varlık uzlaştığında, ressamın tuvalında fırçanın saçları dalgalandığında ve iki karınca yemini birlikte taşıdığında soğuk mantığın ölçüleri hemencecik kırılır, Sonra tüm evren bedenini tazeler.
Kısacası, “bu dünyada her şeyin gizli bir anlamı var.” [1] Zaman biriktikçe ve gönüllü olunca her şeyi hakiki yüzüyle anlarız. Mesela, bir mutluluk ve bir heyecan duyuldukça sırlarını ele verir. Çevreyi temizleyen tulumlu işçinin, geceye ışık veren Ay’ın, bedende gezen kanın, sevgiyi üreten hormonun ve barışı simgeleyen güvercinin de bir amacı vardır: Yaşamak, yaşatmak… Yaşatmayan barış, aydınlatmayan özgürlük, korumayan adalet ve eşitlemeyen evrensel hukuk neye yarar ki?
Geriye dönüp baktığımızda hep iki etkin kuvvet arasındaki seçime zorlanmışızdır. Hayatımızda kalıcı olan tercih ne olmalı diye sorarsak? Elbette ki insanlaşmanın tırmanışına giden yokuşu göze alan tercih tabiatımızı büyütür; bütünler, derinleştirir, sakinleştirir ve kendine getirir.
Olumlu, canlandıran, ilerleten hedeflere odaklanmalıyız. Örneğin, “Bütün gün oturup taşlara bakan bir kurbağa açlıktan ölecektir.” [2] Hangi durumda olursa olsun hepimiz için anlam taşıyan değerlerle bakmak lazım. Anlamdan yoksun şeylere baktığımızda ya da anlamsızca koşup durduğumuzda hayatımız dağılacaktır.
Çağımız bizi rastgele akıntıya zorlarken, diğer taraftan da “özgür olduğumuza, isteğimize göre seçimler yaptığımıza, büyüyen bir zihne sahip olduğumuza ikna ediyor.” Oysa günümüzde, “akıllı bir tasarımcının bizi programlama ihtimali her gün artıyor.” [3] Onun için tercihlerimiz birilerinin niyetine bırakılmamalıdır. Unutmayalım: Rastgele başımıza gelenler değil, kendi tercihlerimizin sonucunda karşılaştıklarımız en çok bizi yıkıyor.
“İnsanın zamanı telaşsız anlarda keşf ettiğini yeniden anımsamamız gerekiyor. Gürültülerin, kaygıların, koşturmacaların olmadığı anlarda asıl hayat…” [4]
Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:
Zorba- Nikos Kazancakis [1]
Çalınan Dikkat- Johann Hari [2,3]
Şairin Romanı- Murathan Mungan [4]
