DUYARSIZ FARKINDALIK

Bugünlerde sanki Federico Fellini’nin filmlerinden birinde yaşıyor gibiyiz. Gerçekle inanılmazın iç içe geçtiği, mantığın çoğu zaman devre dışı kaldığı, kimi zaman güldüren ama sıkça düşündüren, hatta korkutan sahnelerin tam ortasındayız. Fellini’nin yarattığı sinema dili, modern dünyanın karmaşasını, çelişkilerini ve içsel boşluğunu anlatır. Bugünün toplumsal manzarasına baktığımızda da benzer bir tabloyla karşı karşıyayız.
Ekonomik eşitsizlikler, kötü yönetim, adaletsizliğin çarkında ezilip yok olanlar, her türlü eşitliğe özlem duyan bireyler, çevre krizleri, sosyal yabancılaşma, eğitimsizlik, dijital çağın getirdiği kimlik bunalımları…Tüm bu unsurları, bir Fellini filmindeki karakterler gibi hem gerçek hem hayali hem ürkütücü hem trajik bularak yaşıyoruz.
Tıpkı Fellini'nin filmlerinde olduğu gibi, sahneler birbirini takip ediyor ama anlam bütünlüğü çoğu zaman kayboluyor. Politik figürler sahnede uzun ve inandırıcı olmayan tiratlar atıyor, toplum sessizce izliyor. Sokakta geçen bir sahnede, kalabalığın içinde yalnızlıkla, çaresizlikle baş başa kalan insanlar mutsuz, kaygılı yürüyüp gidiyor. Olaylar art arda yaşanıyor ama çözüm yok, yön yok, umut ise yoğun bir sisin arkasında …
Bu karmaşa içinde birçok insanın aklında aynı soru olduğundan hiç kuşkum yok: Ben ne yapabilirim ki?" Oysa toplumsal dönüşüm, bireysel farkındalıkla başlıyor. İşte tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Bu dünyada görmek istediğim değişikliğin bir parçası mıyım?
Lübnanlı yazar Amin Maalouf, Ortadoğu toplumlarını tarif ederken çarpıcı bir tanım yapıyor:
"Her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar."
Bu tanım, sadece Ortadoğu için değil, günümüzde birçok toplum için geçerliliğini koruyor. Hepimiz toplumsal meseleler karşısında üzüntü duyuyoruz, ancak çoğu zaman bu duygular, eyleme dönüşmeden içimizde kaybolup gidiyor. Maalouf’un işaret ettiği bu çelişki, modern bireyin en büyük sorunlarından biri olan “Duyarsız farkındalık”la özetleniyor. Bu söz, sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çoğumuza kocaman bir ayna tutuyor. Çünkü duygusal tepki göstermek, harekete geçmekle aynı şey değil. Üzülmek kolay; zor olan, bir şeyler yapmak için çaba göstermek…
Değişim, ancak bireylerin sorumluluk almasıyla mümkün. Gandhi’nin meşhur sözünde ifade ettiği gibi:
"Dünyada görmek istediğiniz değişiklik neyse, onun kendisi olun."
Yani daha adil, daha yaşanabilir, daha umut dolu bir dünya istiyorsak, bunu önce kendi davranışlarımızda başlatmamız gerekiyor. Küçük eylemlerle, çevremizdeki insanlara örnek olarak, duyarlılığımızı ilgiye, ilgimizi ise harekete dönüştürerek...
Toplumsal sorunlar karşısında yapabileceğiniz bireysel eylemleri asla küçümsemeyin. Bugün bir çevre sorununa duyarsız kalmamak, sosyal bir adaletsizliğe karşı ses yükseltmek, bir çocuğun eğitimine katkı sağlamak ya da yalnızca bir insanı anlamaya çalışmak bile bu değişimin bir parçası. Bu çaba, belki büyük bir devrimi başlatmayacak ama zincirleme bir farkındalık süreci yaratacak.
Üzülmek, dertlenmek, yakınmak birer başlangıç olabilir ama yeterli değil. Asıl mesele, harekete geçmekte. Çünkü değişim, başkalarından değil, bizden başlıyor. Sessizlik de bir tercih, ilgisizlik de bir eylemsizlik biçimi. Bu nedenle, hemen şimdi olanı biteni yalnızca izlemekle yetinmeyip, onu şekillendirmek için elimizden geleni yapmaya başlayalım.
Dünya daha iyi bir yer olsun istiyorsak, bu değişimin bir parçası olmaktan kaçamayız. Toplumun güven duygularını derinden yaralayan adaletsizliğe seyirci kalmak, geleceğimizi de yok ediyor. Son derece sinsi ve çıkarcı hesaplarla kesilmeye çalışılan zeytin ağaçlarına, planlı bir şekilde yok edilen tarım ve hayvancılık varlığımıza verilen zarara sessiz kalmak, beceriksiz yönetimin sonucu ortaya çıkan yoksulluğa göz yummak, aslında tüm bunları onaylamak anlamına geliyor.
Duyarlılık, yalnızca duygusal bir tepki değil; aynı zamanda ahlaki bir yükümlülük. Amin Maalouf’un eleştirdiği gibi, her şeye üzülüp hiçbir şeyle ilgilenmeyen bireyler, farkında olmadan değişimi durduran unsurlara dönüşüyorlar. Oysa içinde yaşadığımız dünyada görmek istediğimiz değişim için önce biz değişmeli, sonra çevremizi değiştirmeliyiz.
İzleyen olmak kolay, etkileyen olmak sorumluluk istiyor. Dünya, artık daha fazla seyirciye değil, daha fazla sorumluluk alan bireylere ihtiyaç duyuyor.
Değişim, dışarıdan bekleyerek değil, içeriden başlayarak mümkün oluyor. Çünkü birey değişince, toplum da değişiyor. Toplum değişince, dünya değişiyor…
Şimdi bir kez daha düşünün:
Bu dünyada görmek istediğiniz değişikliğin bir parçası mısınız, yoksa sadece izleyenlerden misiniz?
