TOPLUMSAL SÖZLEŞMEMİZ ÇÖKÜYOR

Geçtiğimiz günlerde, şirket prensibi olarak hiç açık hesap uygulaması yapmamamıza rağmen, yıllardır hizmet verdiğimiz bir konuğumuzun ricası üzerine, aldığı işin bedelini yirmi gün sonra ödeme ricasını kabul ettik. Yirmibeşinci gün kendisinden haber alamayınca ben aradım ve hatırlatmak istedim. Cevabı kanımı dondurdu. Pişkin pişkin: Ayşe Nur Hanım, ben size senet vermedim ki sadece söz verdim” deme şuursuzluğunda bulundu. “ Aman beyefendi, bunu sakın bir daha başkasına söylemeyin” dedim ama beni ne kadar anladığından emin değilim.
Çok yakın bir geçmişe kadar insanlar itibarları için yaşarlardı. Yazılı olmayan ama her birimizin içinde hissettiğimiz o muhteşem sözleşme; “Toplumsal sözleşme”miz çok kıymetliydi. “Söz ağızdan çıkar”dı ve iki cihan bir araya gelse, mutlaka tutulurdu. “Sözünün eri” olmayanlar toplumda yaftalanır ve itibarsızlaşırdı. Toplumsal baskı; insanları doğruluğa, dürüstlüğe, şeffaflığa zorlar ve sistemin düzenli işleyişini kontrol ederdi. Geldiğimiz Türkiye’de birbirimize verdiğimiz sözleri tutmuyoruz artık. Üstelik bunu normalleştirmeye başlamamız daha da içimi acıtıyor. Ne hükümet halka, ne halk hükümete güveniyor. Her zaman “Devlet biziz” diye düşünenlerden oldum. Prensiplerimiz şöyleydi:
“Ben kimseye zarar vermem, sen de bana adil davranırsın.”
“Ben yükümlülüklerimi yerine getiririm, sen de haklarımı korursun.”
“Ben vergi veririm, sen bana şeffaflıkla hizmet edersin.”
“Ben oy veririm, sen beni temsil edersin.”
“Ben ses çıkarırsam dinlersin, haksızlığa uğrarsam korursun.”
Bugün toplumsal sözleşmemiz hızla, gözümüzün önünde çöküyor, eriyor.
Devletin kurumları artık adalet, eşitlik ve güven değil; kayırma, baskı ve suskunluk üretir hâle geldi. Halk artık vergisini verirken hizmet beklemiyor. Mahkemeye giderken adalet ummuyor.
Bir kuruma başvurduğunda hak talep etmiyor, himmet bekliyor.
Çünkü biliyor: Kurallar herkes için değil. Ülke artık “adaletin gücü” ile değil, “güçlülerin adaleti” ile yönetiliyor. Bir ülkede anayasanın hâlâ yürürlükte olduğu iddia edilebilir ama toplumsal sözleşme çöküyorsa, o ülkede hukuk yaşamaz; sadece kâğıt üzerinde kalır. Ne acı ki o ülkede vatandaşın yaşaması da zorlaşır.
İnsanlar giderek içine kapanıyor, vergi ödediği hükümetten değil tanıdıklarından medet umuyor. Gençler bavul hazırlıyor, çünkü geleceğe dair ortak bir hayalleri kalmadı. İşçi hak aramıyor, çünkü karşısında yalnızca patronu değil, hükümeti ve güvenlik güçlerini de buluyor. Kadınlar şikayet etmekten korkuyor, çünkü koruyacak olanın da cezalandıracak olanın da aynı yapı olduğunu biliyor, güvenemiyor. Zeytin ağaçlarımız sökülüyor, ormanlarımız yanarken hükümet neredeyse seyrediyor. Alt yapımız bu kadar zayıfken, ödediğimiz vergiler, başka ülkelere gösterişte, ülkedeki sefahatte, görgüsüz israfta eritilip yok ediliyor.
Bu güven kaybı yalnızca bugünün sorunu değil. Sistem böyle giderse, yarın, bu ülkenin daha fazla kutuplaşmış, daha az dayanışma içinde ve daha kısa bir arada yaşama isteğine sahip bireylerinin olduğunu göreceğiz, çünkü toplumsal sözleşme çökünce, toplum dağılıyor.
Artık; çoğu zaman bu kadar hata ve yanlışın tesadüf olamayacağını, kurgulanan bir oyun içinde sürüklendiğimizi düşünüyorum.
Ulu önder, müthiş vizyon sahibi Atatürk’ün sadece 13 cümle ile özetlediği o şahane “Türk Gençliğine Hitabesi”ndeki günleri yaşıyoruz. Vatanı “Atatürk” ün öğretisindeki gibi sevmeyen ve korumayan, görevi “Türkiye”yi tarih sahnesinden silmek isteyen bir gücün varlığına inanmaya başladım.
Mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegane temeli olan cumhuriyetimiz, Atatürk’ün altını en kalın biçimde çizdiği gibi, bizim en kıymetli hazinemiz. Sizce de ulu önderimizin tarif ettiği “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler” günlerini yaşamıyor muyuz? Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düştü.
Ama Atatürk yol da gösteriyor: “İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkan ve şerait, çok namusait bir mahiyette tezahür edebilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” Her cümlesinde içtenlik, vatan sevdası ve cesaret var.
Yapmamız gereken ilk iş bu çöküşle yüzleşmek. İkincisi “biz”i yeniden kurmak. Kurumları şeffaf ve adil hale getirmek. Dürüst ve onurlu olmak. Devleti yeniden halkın hizmetine sokmak. Ve en önemlisi: Birbirimize yeniden inanmak.
Toplumsal sözleşmemiz çöküyor ama hala geç değil. Bu ülkeye sevdayla bağlı insanlar iyiliğe inanıyorsa, umut da var.
