BİR ZAMANLAR KURUMLAR VARDI

Davacının safı derdini mübaşire anlatırmış. Biz de kendi kendimize konuşup duruyoruz. Sistemden şikayetçiyiz. Sahte diplomalar artık neredeyse manav tezgahlarında satılıyor. Kayırmacılık, liyakatsizlik, hırsızlık ülkenin en minik hücrelerine sızmış, hızla çürütüyor. 23 yıldır başımızdaki iktidarın yok etmeye söz verdiği dört “y”, şu anda beş “y” şeklinde hükümdarlığının zirvesini yaşıyor. Bir daha bunlar hiç olmayacak diye halkın oylarını alan iktidar, “Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar” a bir de “yozlaşma”yı ekledi. Adını duyduğumuzda güven hissettiren, kararlarını sorgulamadan benimsediğimiz, adil olduğuna inandığımız kurumlar, devletin yalnızca bir otorite değil, aynı zamanda bir adalet, denge ve düzen mekanizması olduğuna dair inancımızı ayakta tutan yapılardı. Ama şimdi… Ne kaldı geriye?
Bugün Türkiye’de herhangi bir kurumdan gelen resmi açıklama, artık neredeyse otomatik olarak kuşkuyla karşılanıyor. Enflasyon oranı mı açıklandı? “Gerçek bu olamaz,” deniliyor. Yeni bir yargı reformu mu duyuruldu? “Kimin için?” diye soruluyor. Bir kamu ihalesi mi yapıldı? “Kime gitti acaba?” düşüncesi zihinlerden silinmiyor. Kılık kıyafeti, davranışlarıyla her tarafından cehalet akan meslek sahibini görünce “Sahte diplomalı mı acaba?” diye düşünmeden edemiyoruz.
Çünkü kurumlar artık tarafsız değil.
Çünkü kurumlar artık şeffaf değil.
Ve en kötüsü: Kurumlar artık güvenilir değil. Artık bir zamanlar koşulsuz güvendiğimiz “Kurumlar ve kurallar ülkesi” değiliz.
Bir toplumda, resmi istatistik kurumunun açıkladığı verilerle sokaktaki hayat arasındaki uçurum bu kadar derinleşmişse, orada sadece ekonomi değil, toplumsal sözleşme de çökmeye başlamış demektir. Bir merkez bankası, aldığı kararlarla “bağımsız” değil de “talimatla hareket eden bir yapı” izlenimi veriyorsa, o kurumun itibarı sarsılmıştır. Mahkemeler, aynı eylem için bir kişiye ceza verip bir başkasını elini kolunu sallayarak gönderebiliyorsa, orada artık hukuk değil, keyfiyet vardır.
İki kelimeyi bir araya getiremeyen, hiçbir bilimsel araştırması, dergi yazısı olmayan profesörler en önemli üniversitelere çökmüşse, üstelik ilkokul mezunu “makam sahipleri”nin, hatta cahil eşlerinin anlamsız konferanslarını avuçları patlarcasına alkışlıyorlarsa, o ülkede dalkavukluk da önlenemez bir yükselişte demektir.
Bu çürüme sessiz, ama yıkıcıdır.
Tıpkı suya damlatılan mürekkep gibi… Yavaşça yayılır ve sonunda her şeyi bulanıklaştırır.
Bugün çok kötü yöneten bir iktidar yüzünden, canımızı vermekten çekinmediğimiz “Devlet” kavramı zarar görüyor. Halkın devlete, devletin halkına güvenmediği bir düzene geçtik. Oysa anayasa, devletin halk için var olduğunu söyler. Şimdi durum tam tersi: halk, devlete karşı hep tetikte, hep temkinli. Çünkü devletin kurumları, halkı temsil eden değil, halkı, birilerinin çıkarına uygun yöneten ve gerektiğinde ağır cezalandıran yapılar hâline geldi.
O yüzden “bir zamanlar vardı” diyorum.
Bir zamanlar Anayasa Mahkemesi kararları tartışılmazdı.
Bir zamanlar Danıştay, yürütmeyi denetlerdi.
Bir zamanlar merkez bankası, enflasyon değil, güven üretirdi.
Bir zamanlar kurumlara güvenmek için elimizde gerekçeler vardı.
Bugünse yalnızca anılar.
Güven bir kurumun adında değil, davranışında gizlidir ve kaybedilen bu güveni yeniden inşa etmek için önce toplumun vicdanında aklanmak gerekir.
Kurumlar vardı, bir zamanlar...
Umuyorum, çok yakında bir gün yeniden olacak.
