Var Olan Ancak Var Eder

Yeni dünyamızda, öz varlığımızı açığa çıkarmak ya da etkili olmak yerine, başkalarının bizi temsiline kolaylıkla odaklanıyoruz. Bu durum, farkında olmadan haklarımızı, sezgilerimizi, bilincimizi, his ve irademizi devretmeye vardırıyor.
Risk almamak, suçlanmamak, hata yapmamak uğruna kolaycılığa sığınıyor; her türlü sonucu başkalarının üzerine atarak kendimizi bir “hayalet varlık” hâline getiriyoruz. Bizi temsil eden bir dünyadan an be an kendimizi uzaklaştırıyoruz.
Peki, bu tür bir temsiliyette insan daha çok ezilmiyor mu? Kendine güvensizliği çoğaltmıyor mu? Varlığını yapay bir biçime büründürmüyor mu?
Aslında bu temsil arayışı, yalnızca bireysel değil, toplumsal dönüşümlerde de gersin geri yaptırıyor. İnsan tembellik yaptıkça ve sorumluluktan kaçtıkça, bir başkası da direnmekten kaçınıyor, nasıl yaşayacağını bilemez hale geliyor.
Birbirine karışan düşünceler, çarpışan duygular ve sürekli yargılayan-hatta dümdüz eden-politik söylemler, hayatın özünü dışarıda bırakıyor. Özne ile nesne, gerçek ile sanal, acı ile sevinç... Hepsi birbirine karışıyor, her biri kendi içinde eriyor.
Ve biz, tüm bu olanların neden-sonuç ilişkisine inanılmaz bir biçimde uzaklaşıyoruz. Belki de çok eskilerden miras olarak bize “özgür düşünme” tavsiye edilmedi; bu yüzden sorgulamak da kuşaktan kuşağa devredilmedi.
Kötümserlik, eleştirel eğilimler ve negatif sorgular, zihnimizin ana gövdesine fazla yerleşti. Bize düşünülmüş dünya ile içine girmek istediğimiz dünya artık birbirinden kopuk. Bu kopuşun bedelini, düşünme biçimimizle, özgürlük ve öz kimliğimizi yitirerek ödüyoruz.
Biraz düşünecek olursak-gerçi düşünmek için bile zihinsel bir canlanmaya ihtiyaç var artık. Algılama ve sorgulama biçimlerimize o kadar çok müdahale edildi ki, insan kendiyle alay eden bir varlığa dönüştürüldü.
Gerçek hayattan, öz duygudan, özgün düşünceden ve hakiki dünyadan uzaklaşıp, “öte dünya” denebilecek yapay bir düzlemde yaşamaya başladık.
Ve belki de bu yüzden, bazı yanlış varsayımları kendimize itiraf etmekten kaçınıyoruz. Bu durumda duygusal ve zihinsel boşalma yaşayan her birey-her toplum gibi-kendi özgürlüğüne dolaylı yoldan son verir; yeni bağımlılıklar ve kölelik biçimleri yaratır. Bu durum, doğanın akışı değil; kötülüğün egemenliğidir.
Platon’un nitelikli devleti, Thomas More’un ütopyası biçimlenemedi. Yerine “serbest pazar” adı altında kuralsız sömürü, “bireysel özgürlük” adına toplumsal bozukluk ve varoluşa yabancılaşma yerleşti.
Nietzsche’nin dediği gibi: “Bizler, geleceğin prematüre doğan, henüz onaylanmamış çocuklarıyız.” Ona göre insanlık, bu zamana dek olmayan bir sona, yeni anlamlara ihtiyaç duyuyor. Çünkü tarih boyunca insanlık, en kötü eller tarafından yönetildi. Bu acınası gerçek, Nietzsche’yi anlamaya devam etmemizin de sebebidir.
Ne anladığımızdan çok, arkasına saklandığımız dünya bizim “gerçek dünyamız” hâline geliyor.
Oysa insan doğası, kendini sürekli yenilemeye, her defasında başka bir başlangıca adım atmaya uyumludur. Durağanlık ve boş vermişlik bizi karanlığa iter.
Bugün neysek, nerede duruyorsak ne düşleyip onun için ne kadar emek veriyorsak, yarın onunla yetineceğiz. Unutmayalım yazgımızı biz üretiyoruz…
Doğasıyla ilerlemeyen hiçbir varlık güçlenmez, yenilenmez, yayılmaz ve üretemez. Bu bir “varlık” meselesidir, var olma direnişidir. Çünkü var olan, ancak var eder; kendini var eden çoğaltır, çeşitlendir ve özgürleştirir.
Onun için her zor anımızda “henüz sökmemiş nice şafaklar var” diyebilmeliyiz. Unutmayalım: “En derin hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur,” der Şems.
“Öyleyse, bilme çabamızın yapılabilirliğini akıldan çıkarmadan, bilme çabamızın daha az yanılgılı arayışlarını sürdürme çabamız eksiksiz sürmelidir.” [1]
Yararlanılan Kaynaklar:
Şeytana Satılan – Jean Baudrillard
Naturans – Yeni Bir Ontolojiye Doğru – Çetin Balanuye
Ecco Homo – Nietzsche
Alıntı:
[1] Çetin Balanuye
