FIRAT KENARINDA YÜZEN KAYIKLAR
Birecik’te Fırat nehri kenarında yüzlerce kayığın yer aldığı bir fotoğraf gördüm facebook’da. Fotoğrafı Facebook’a koyan, “Bir zamanlar Anadolu’da Ermeniler vardı” sitesi. Onca kayığı Fırat’ın kenarında görünce şaştım. Fırat kenarında bu kadar çok kayığı besleyecek ticari bir hareket olmalıydı. Konu üzerinde sürekli kafa yorduğumdan yeni piyasaya çıkan, Vahdettin Engin, Ahmet Uçar ve Osman Doğan’ın editörlüğünü yaptığı “Osmanlı’da Ulaşım” isimli kitabı aldım. Kitapta Osmanlı’da yer alan kara, deniz ve demiryolu ulaşımı hakkında çok geniş bilgi veriliyor.
(Bahsettiğim siyah-beyaz fotoğraf, “1915 öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” isimli kitabın içerisinde, 569 nolu altında “Pelemer Kayıkhanesi” yazan fotoğraftır.)
Fırat ve Dicle, topraklarımızda doğarlar, -Fırat Suriye’den geçtikten sonra- her ikisi de Irak topraklarını kuzey-güney doğrultusunda geçer ve Şattülarap’ı oluşturarak Basra Körfezi’ne dökülürler. Her iki nehir de, güzergahları, rejimleri, akış hızları ve yatakları sebebiyle, tarih boyunca bu coğrafyanın ana ulaşım yollarından biri olmuştur. (Birecik’ten başlayıp, Fırat nehri üzerinden Suriye’ye ve daha aşağılarak kadar giden ve geleneksel sallarla yapılan yük ve yolcu nakliyatı 20. Yüzyılın başlarında da önemini koruyordu)
Kuzey’de Diyarbakır ve Birecik’e, güneyde ise Bağdat ve Basra’ya kadar olan güzergahta pek çok iskeleye eşya ve yolcuların ulaşmasını sağlayan kelek ve şahtur gibi geleneksel salların yanında, yerli ve yabancı şirketler tarafından işletilen buharlı gemiler de, 19. Yüzyıldaki geniş çaplı nakliyatın vazgeçilmez vasıtalarındandı. (Dicle ve Fırat nehirlerinde geleneksel sallarla yapılan ve Eskiçağlara kadar giden nehir nakliyatında; asker, mühimmat, yük, ticari emtia, zahire ve yolcu taşınmaktaydı.)
İngiliz subay ve gezgin Francis Rawden Chesney 1831 ve 1836 yıllarında iki kez Fırat Nehri’ni kaynağıdan Basra Körfezi’nde denize döküldüğü yere kadar sal ile kat etti ve bu nehrin buharlı gemi işletmeciliğine uygun olduğu sonunuca vardı. Chesney ile birlikte çalışan Henry Blosse Lynch ise 1840’da Bağdat’a ticari bir acente kurmuştu.
Derken, Osmanlı Devleti Mehmed Ali Paşa isyanı ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu karışıklığı fırsat bilen İngilizler’e 1834 tarihli bir ferman ile Fırat ve Dicle Nehirlerinde vapur işletme izni verildi. Dahası, Chesney İngiltere’den getirttiği Euprathes (Fırat) ve Tigris (Dicle) isimli vapurları Birecik’e monte ettirdi. Vapurlar seferlere başladılar ancak başarısız oldular. Daha sonraki yıllarda, 1839-1842 arasında buharlı gemileri East Indian Company isimli şirket yük ve yolcu taşımacılığı yaparak sürdürdü. 1841 yılında Bağdat’ta taşımacılık şirketi kuran Lynch kardeşler, sonraki 50 sene içerisinde Bağdat-Basra Körfezi arasında buharlı gemi işletmeciliğinde önemli bir yer edindiler.
Bu yazıyı yazarken, aklıma birkaç sene önce okuduğum “Dicle’de Kelek ile bir yolculuk/Ali Bey Trabzon Vali-i Sabıkı” isimli kitap geldi. Gayet rahat anlarsınız, Eski Trabzon Valisi Ali Bey, 1884-1888 yılları arasında gezip gördüğü yerleri bir kitapda toplamış. Büke yayınları tarafından 2003 yılında basılan kitabı Cahit Kayra, günümüz diline uyarlamış. Harika bir kitap... Vali Ali Bey, Diyarbakır’da kelek denilen, üzerinde bir de odası olan sal inşa ettiriyor. Kelek, nefesle şişirilen keçi tulumlarının ağaç sırıklara düzgün şekilde bağlanmasından oluşuyor. Yani, altta şişmiş keçi tulumları, üstte onlara bağlanmış sırıkların oluşturduğu, üzerinde seyahat edilebilecek düzgün bir platform. Ali Bey, keleğin üzerine kendisine oda olabilecek bir tente de yaptırıyor. Tabanı tahta döşeli tentenin duvarlarını Kürt kilimleri oluşturuyor. Ali Bey, böylece gündüzün sıcağından, gecenin nem ve soğuğundan korunmuş oluyor.Keleklerin büyüklüğü, bağlanan tulum sayısı ile doğru orantılı. Özellikle bahar mevsiminde, nehirde daha çok su olduğu için daha büyük kelekler yapılabiliyor. Bir de nehrin coğrafi yapısı önemli rol oynuyor. Diyarbakır-Musul arası normal büyüklükte bir kelek ile seyahat edilirken; Musul’dan sonra nehir büyüdüğü için keleğin üzerindeki tulum sayısı artırılıp, daha büyütülebiliyor.
Ali Bey, Diyarbakır’a giderken Birecik’ten geçmiş. Birecik’i pek güzel anlatmış. Bugün aslında ismi Zeugma olan, ama eskiden bilinmediği için Belkıs olarak isimlendirilen Roma kentinden de bahsediyor:
Birecik, Fırat nehrinin sol yakasında kurulmuş olup Urfa sancağına bağlı on bin nüfuslu bir kaymakamlık merkezidir. Nizip’ten geçtikten sonra çıkılan tepeden Fırat ile Birecik görünüyor. Bu tepeden hafif bir yokuş ile Fırat’a kadar bir buçuk saat uzaklığındadır. Aşağı doğru inerken sol tarafta “Belkis” kentinin kalıntıları vardır. Bu harabelerden gayet güzel ve büyük “mozaik” işlenmiş taşlar çıkarıp Birecik’teki evlerin avlularına döşüyorlar. Birecik’in toprağı tebeşir gibi beyaz olduğundan uzaktan kireçhane yıkıntısı sanılır.
Fırat kıyısına inerek hayvanlarımıdan indiğimiz görününce Birecik’ten altı düz, biçimi acayip ve büyük bir kayık geldi ve dört yolcu ve bir mekareci (sürücü) ile altı hayvandan oluşan takımımızı alarak karşı tarafa geçirdi.
.....
Ali Bey, Birecik’ten çıktıktan dört gün sonra 1885 Mart ayının birinci gününde Siverek’e varır. Ve bu dört gün boyunca etrafta hiç ağaç görememek onu şaşırtır. Yol boyunca zaman zaman üzerine adak bağları olan ağaçlar görür. Etraftan bilgi aldığında, üzerinde adak bağı olan ağaçların aslında, ağacın korunması, kesilmemesi için özellikle bağlandığına karar verir. Ali Bey’e göre, bu zekice önlemi, ağaç gölgesinde koyunlarını dinlendirmek isteyen çobanlar almışlardır.