Susmak Baştan Kaybetmektir…
İnsanın, insana olan tahammül ölçüleri her geçen gün biraz daha aşağı çekiliyor. Tahammülsüzlük neredeyse her alanda ürüyor. Sürekli müdahale etmeyi ve ötekini alt etmeyi görev bilenler, can yakmayı sürdürüyor. En üretken olanı acımasızca çekiçlemeyi, iyileştireni bile gözünü kırpmadan kırbaçlamayı marifet sayanlar da az değil. Oysa bu tutumların her biri, insan ruhunu incelikten, zarafetten ve güzellikten koparan zehirli bir virüs değil mi?
İnsan yalnızca insana değil; canlıya, doğaya, kültüre ve sanata da ezberindeki uydurma peşin hükümlerle yön vermeyi alışkanlık hâline getirmiş görünüyor. Birbirimizin hayatlarını daraltırken, birileri kendi localarında gülüşüp seyirci kalıyor. İster savaş diyelim ister kavga; ister çatışma, düşmanlık, ayrışma ya da birbirini anlamama… Dünyanın kuruluşundan bu yana, denetimde tutma ve yok etme-ya da yaşatmama-fikri her şeyi önüne katıyor.
Yeryüzünün acılarını, derin üzüntülerini ve insanın yüreğinde ateşler harlayan yine insanın kendisi değil mi? Çoğu zaman, insanın kıyımcı ve tüketen yerde saf tutmasına anlam veremeyiz. Tam da bu noktada savunma mekanizmaları devreye girer; “minareyi çalan kılıfını çoktan hazırlamıştır.”
Öfkeyi yeryüzünün her coğrafyasında bu denli koşturmak, parıldayan her duyguyu terk etmekten başka neye yarıyor? Yaşamın arşivinde; dertsiz, tasasız, şiddetsiz, öfkesiz ve herkesin güven içinde yaşadığı bir zaman dilimi var mıydı, bilmiyorum. Ama “tuzu kuru” olanlar hep vardı; sayıları az olsa da etkileri büyüktü. Çoğunluğun sırtında gocunmadan dolaşıp aldatıcı hikâyeleri yazanlar da onlardı. Yıkımlara vesile olan her öykünün iç yüzünü gizlemekteki ustalıkta ve bu denli tasasızlıkta, onların payı büyüktü.
Oysa duyarlılık, hayatın gereği değil miydi? Duyarlılık; öteki kıyıda durana ses olmak, hayatın talanına “dur” demek, bir başkasının hüznünü ve kederini sahiplenmek, sevilmesi gerekeni sevmek ve karanlığı umudun içinden söküp atmaktır. Duyarsızlaştığımız oranda yok olur-yok ederiz; duyarlılaştığımız ölçüde var oluruz. Avazı çıktığı kadar bağıran sesleri susarak dinlemek ya da hiç duymamak, tarihi talan eden tam da bu hâl değil mi?
Dünyayı felç eden derin bir eşitsizlik var: sevinçte eşitsizlik, hüzünde eşitsizlik… Sevinenlerin az, üzülenlerin çok olduğu; ezenlerin az ama ezilenlerin kalabalık olduğu bir dünya bu.
Apolitizmin kara propagandası, insanı nesnel algılamaktan alıkoyuyor; gelenekselle yetinmeye alıştırıyor. Tepkisizleştiriyor; doğruya doğru, kötüye kötü demeyi unutturuyor. “Celladına âşık olma sendromu,” sömürüyü ve köleleşmeyi normalleştiriyor.
Taşlaşmış bir yürekle, barut kokan bir zihinle ömür sürmeye kalkışmak, geri dönülmez bir teslimiyet değil mi? Duygulu olmak ve kulaklarımızı dolduran çığlıkları işitmek, onlara yanıt olmak zorundayız. Acılı sesi duyup karşılık vermeyenlerin, bu dünyaya iyiliği dokunmaz.
İnsanın içindeki yaşamı bir şelaleye dönüştüren; zihinsel ve duygusal diriliştir, sevilmek, bilinmek ve değer görmektir. Ama dünyanın her yanı kötülükle kuşatılmışken, iyimserlik yaşanmıyor. Yaşatılmıyor…
Çürüyen ve özünden kopan o kadar çok şey var ki, iyi günlere giden umut bile cılızlaşıyor. Belki de “insanın kendisine düşmanlığından başka düşmanı yoktur” diyenler haklıydı.
Yeryüzünde, başımızın üzerinden kocaman ağıtlar dökülüyor; genç hayatlara ateş düşüyor, taze hayaller sönüyor. İyiyle kötüyü ayırt edemediğimizden değil; bize öğretilene uygun adım selam durduğumuzdan, karanlıkla aydınlığın çarpışmasında taraf olmaya cesaret edemediğimizden susuyoruz. Oysa susmak, baştan kaybetmektir.
İnsanın zihnine yerleşen şey, onun kaderini-ve tarafını-belirler. İnsanın yıkılmaması gereken yeri kalbidir. Ölüme karşı yaşam, savaşı yıkan barış, sömürüyü alt eden adalet ve esarete “dur” diyen özgürlük; ancak yıkılmamış bir kalpte ve temiz kalan bir zihinde yeşerir.
Yaşıyor olmak, mücadele etmekten başka bir şey değildir.
“Karanlığı delmeyi bilen, aydınlığı uçarak geçer.”
İnsanlık tarihi karanlığın tarihi olmak zorunda değil. Dünya tarihi; savaşlar, şiddet, sömürü, öfke ve yok etme üzerine yazılmak zorunda değil. Yeni, aydınlık bir tarih; yeryüzüne gelen herkes tarafından yeniden yazılabilir —ve yazılmalıdır. Her birimizin bırakacağı küçücük bir ışıltı bile, özgür ve eşit bir gelecek için yeterlidir.
Yararlanılan Kaynak ve alıntılar:
1.Revan-Abdullah Aren Çelik
Yararlanılan Kaynaklar:
2.Özgürlük ve Bilgi-Michel Foucault
