Hüzün

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

“Hüzün nedeniyle kapalıyız” Kostas Mourselas tarafından yazılmış tipik bir Akdeniz romanı. Küçük bir Akdeniz kasabasının bunalan bir çıkış yolu bir kaçış arayan sakinlerini anlatıyor...
Kitabı ismini pek beğendiğim için almıştım! Okumaya da fırsatım olmadı...
İçimi hüzün kapladığı için, kitabın ismini hatırladım birden. Sevdiğim şeylerden ayrılırken çok hüzünlenirim ben... Diğer taraftan da her güzel şeyin sonu olmalı ki onun güzel olduğunun farkına varalım diye de düşünürüm.


Arsuz’dan gitme vakti geldi... Bu yazıyı, başıma Yasemin ve Begonvil çiçekleri düşerken yazıyorum. Akşam olup, güneş neredeyse battığı için kuşlar yuvalarına dönüyor. Onların cıvıltıları kulağıma hoş geliyor, hüznümü artırıyor nedense. Küçücük bir bahçemiz olmasına rağmen, evimiz bitkilerle bezeli... Saymadım ama, herhalde on kökten fazla Yasemin ağacı var. Bütün gün, özellikle de akşam her taraf Yasemin kokuyor.


Bu sene keşfettim, bir de kuş var, Yasemin çiçeği ile besleniyor. Kuşun toplam uzunluğu 8-10 santim arası... Gövdesinin kalınlığı 1,5-2 santim filan... Minnacık yani... Bizim evde en az üç tane filan var, dalların arasında gezerken farketmiyorsunuz bile. Düşünüyorum da, Antepliler’in “Alma cücüğü” dedikleri bu kuş olsa gerek. Evimiz, neredeyse küçücük yabani bir orman gibi olduğundan civarın çoğu kuşu bizim bahçede konaklıyor. Cik cik seslerine bayılıyorum ve koltuklarım da dahil, elbisemi, benim, misafirlerin başlarını kakalarıyla kirletmelerine bile alıştım! Tek leke yapan kuş kakaları değil tabi, Yasemin sürekli ve hızlı şekilde döküldüğü için çiçekleri koltuklarımı ve yerdeki döşemeyi de leke yapıyor!


Bana, Antakyalı Petrol Mühendisi olan sayın Kuseyri söylemişti, Arsuz’da oksijenin bol olduğunu... Ne kadar doğru bilemiyorum, ama bildiğim birşey var: Havasının kimyasında insana mutluluk veren birşey olmalı... Dertleriniz sizi pek rahatsız etmiyor burada! Hüznümün nedenini anlatabildim mi acaba?
Bayramdan önce, Emel Hengirmen ve Şükriye Fakı ile imece usulü ile altı evin yuvarlamasını yuvarladık! Şükriye Hanım, yuvarlamaların köftelerini makinası ile hazırladı. Emel Abla ise her seferinde dört adet yuvarlamasıyla makinaya taş çıkardı... Şükriye Hanım’a ben “Bayan Bülbül” diyorum. Her sabah denizde beni “Günaydın sevgiliye günaydın/gönül aydın günaydın” diye karşıladı. Kendisi Türk Sanat Musikisi yorumcusu, eşi Ahmet Bey de ud çalıyor. Ahmet Bey, çoğu zaman yoktu, ama Şükriye Hanım, o taş plak sesi ile bizi mest etti... Harika da fıkra anlatıyor... Bir kısmının yakası açılmamış! Ezberleyeyim şunları anlatırım diyorum, ama unutuyorum! Fıkra anlatmak, akılda tutmak ayrı bir beceri olmalı...


Bu sene bahçemize bakıldığı için nar ağaçları bayağı meyve tutmuş. Herhalde yediveren olduğu için bir taraftan meyve tutarken diğer taraftan çiçek açmaya devam ediyor. Mevsimi gelince hasat etmeye üşenmeden gelirim, ama koparırlar, bana bırakmazlar ki...
Biberlerimi bırakıp da gitmeye kıyamıyorum! Başları hep çiçek... Bahçevanın sayesinde ağız tadıyla Antep biberi yedim, sağolsun!


Bahçeyi yaparken, eşim bana iki metrekarelik bir hobi bahçesi yapmıştı. Gaziantep’te yaşarken çok sık geldiğimiz için, ben burada fesleğen, kişniş gibi bitkiler de yetiştirdim. Ama artık çok sık gelemiyorum ve sadece nane yetiştirebiliyorum. Nanemiz Mayıs ayı içinde yetişmiş, uzamıştı. Yardımcımız Fatma’dan rica ettim, “Kes, benim için kurut” dedim. Fatma hüsranla telefon etti: “Ayfer abla, naneni biçmişler”...


Neyse, tekrar uzadı da kesip, kuruttum. Ama, nem oranı yüksek olduğu için ovalayıp, toz haline getiremedik! Dua ettim, poyraz esti de, ovalayabildik. Eşimden ve oğlumdan yardım rica ettim, onlar da katıldılar nane operasyonuna, böylece kocaman bir kavanoz hakiki ev nanemiz oldu.
Okurum Mustafa Altıokka, sağolsun bana yerli nohut getirdi. Yerli nohut, siyah renkte ve küçücük taneli. Şimdi Adıyaman taraflarında ekiliyormuş galiba... Nohut mayası da ondan yapılıyor. Ben, kabuğunu soyup mukaşşer yapmak için ısladım. Mustafa Bey’in annesine telefon edip, mukaşşerin nasıl yapılacağını da sordum. Onun dediklerini yaptım, ama neticede oturup o kabukları tek tek soymam gerekti. Çok zorlandım. Üstelik aynı gün sirke de yaptım. O kadar yoruldum ki, yardımcım Fatma’ya telefon edip: “Köylü kadını olmak çok zor yaa... Ben istifa ediyorum” dedim. Fatma, gevrek bir kahkaha attı. “Yaaa, işte gör, ne kadar yoruluyoruz” dedi. Fatmacığım bu kadar işin arasında her sabah ve akşam ineği de sağıyor üzerine... Süt beklemez ki! Ya satılacak, ya yoğurt yapılacak, ya peynir yapılacak... Bir sürü iş ve bulaşık... O bulaşıkları makinaya da koyamazsınız, büyük parçalar çünkü...


Aaaa neredeyse unutuyordum, mukaşşer nedir diye soracaksınız doğal olarak. Mukaşşer, ikiye yarılmış demek... Nohutun kabuğunu soyunca tıpkı mercimek gibi ikiye yarılıyor... Anteplilerin pek bilmediği bir yiyecek. Kilis, Malatya, Elazığ da pek bilinir ve çarşıda satılır da... Mukaşşer, pilava; dolmaya; sebze yemeklerine konur. Nohuttan farklı kendisine göre ayrı bir lezzeti var.
İşte böyle... Hatay, leyleklerin göç yolu üzerinde... Onlar da sürüler halinde gittiler... Demek ki göçerler için gitme vakti gelmiş...

Hüzün