SEKSEN KAPIYA DOKSAN DEĞNEK ÇALMAK... (*)

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

 


  

 

            Sabri Günenç ile Facebook da karşılaştık. Antepli olduğu için o, beni tanıyor, ben onu tanıyorum, ama hiç bir araya gelmemişiz herhalde... Mülkiye mezunu.  Çalışma hayatını tam yerinde noktalamış, şimdi emekli. Hayatın tadını çıkarıyor, kışın İstanbul’da, yazın Bodrum’da oturuyor.

Olay lahmacunla başladı! İstediğim lahmacunu yiyemediğim için kendim yapmaya başladım. Sonra birisi akıl verdi: “Yaw, niye hamurunu kendin yapıyorsun, içini hazırla Tosunoğlu’na götür sana lahmacun haline getirsinler!” Hiç fena fikir değil, en azından denemek gerek... Denemeye karar verdim ve yaptırdığım  lahmacunun fotoğrafını Facebook sayfasına koyunca kıyamet koptu! Kimseler beğenmedi! 23 tane yorum yapıldı! Sabri Günenç: “Tapalamacı sanki malzemeden kısmış gibi, eline ayar verseydi keşke” dedi. Zulal Satıcı: “Hamuru çok kullanıp, fazla para almak için böyle yapıyorlar, misafirim var deyin” demiş... Sabri Günenç beni teselli edip, bir de tavsiyede bulunmuş: “Ya yok senin bir suçun, Ben Feriköyde Efes'e götürüyorum, başında duruyorum, el ayarına başlarken kalayı basıyorum, 'mıhrız olma koy olum, el kiran baki, üç uvak eksik olsun' diyorum” diye eklemiş. Hatta, Antepli Prof. Dr. Konuralp İlbay: “Ayfer hanım, lahmacunun malzemesi seyrek dağılım göstermiş. Biz Antepteyken bir gün babam lahmacun yaptırmıştı, halam da bizdeydi, lahmacunun malzemesi böyle dağınıktı, sanıyorum sayıyı fazla tutmak için tüccar kurnazlığı ile ilgili olsa gerek. Halam "lahmacunlar harita gibi olmuş" demişti, babam da fırıncıya Anteplice güzel bir küfür savurmuştu, fırıncının babasının kabriyle ilgili bir küfürdü!” demiş, bir de örnek olsun Google haritası koymuş, iyi mi??? Yalçın Durakoğlugil  ise, soğan, ayva, ceviz ve nar ekşisinden oluşan bir kış lahmacunu tarifi vermiş ve eklemiş: “aman dikkat edin, ekmeği ince olmalı...”

Eveet, ben lahmacun yaptırmak konusunda her türlü dersi aldıktan sonra, Sabri ile karar alıp, Pangaltın’da ve Kurtuluş’da dolaşmaya karar verdik. Beni davet etmesi de pek güzeldi: “Anlaştık,  zamanı ve silahları sen seç!” Silah olarak 2 kiloluk fotoğraf makinamı aldım, kendisine de “sen silah getirme” dedim, böylece macera başladı.

Pangaltı kelimesi, için çeşitli söylentiler var, birisi: Osmanlı Bankası şubesinin burada olmasından dolayı buraya “banka altı” deniyormuş. İkinci söylenti: Lövanten Mösyö Pangaldi’nin burada bir gazino açması ve zamanla semtin o isimle anılıyor olmasındanmış. Başka bir söylenti: Semtte çoğunlukla Rum, Ermeni ve İtalyan Katolikler oturmaktaymış.  Özellikle İtalyan Levantenler semtte bolca bulunan fırınları çalıştırıyorlarmış.İtalyanca Pani (ekmek) , Caldi (sıcak) kelimelerinin birleşimi Panicaldi zamanla Pangaltı ya
dönüşmüşmüş. Üçü de hoş söylentiler...

Kurtuluş için yazılanlar da hoş... Semtin bilinen en eski adı Ayios Dimitrios tur. Daha sonraları semtte bulunan at ahırlarından dolayı Tatavla ismiyle anılmaya başlandı. Kanuni sultan Süleyman dönemindeki deniz fetihlerinde Akdeniz adalarından esir alınan,Müslüman olmayan
sanatkarlar bu semtte iskan edildi. 18. Yüzyıl sonlarına doğru halkının çoğu Rum ve İtalyanlardan oluşuyordu. Dönemin Osmanlı yönetimi buraya kısıtlı bir özerklik vermişti. Semt 12 kişilik bir ihtiyar heyeti ile1030 haneden seçilen 53 temsilci tarafından idare ediliyordu.Bu düzen Cumhuriyetin ilanından sonra kaldırıldı ve yöre halkı olayı bu yönetimden kurtuluş olarak benimsediğinden semte  Kurtuluş adı verildi.

Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra Tuşba isimli mezeciye gittik. Aman Allahım, neler vardı neler... Tuşba biliyorsunuz Van’ın eski ismi. Meğer dükkanın kurucusu Van’lı imiş. Şu anda çalıştıranlar Bayburtlu... Vitrindeki küçük bir kavanoz Anzer balı 800 TL, görmeniz için fotoğrafını çektim. O kadar şahane ve özel yiyeceği bir arada görünce dayanamadım alışveriş ettim. Ne aldığımı yazmayacağım!

İkinci durak, kadayıfçılık ve baklavacılık da yapan Gündüzoğlu... Burada baklava ve burma kadayıfın yanısıra, katmer, şöbiyet, sütlü nuriye, kahge ve kurabiye gözüme çarpıyor. Tezgahta Ahmet isimli çok hoş bir Antepli var... Mümkün olan en küçük porsiyon burma kadayıfı ısmarlayıp Sabri ile paylaşıyoruz. Bana kalsa ben çok sevdiğim halde yemeyeceğim, zira diyetim gayet formunda ilerliyor. Halbuki burma kadayıf tam bomba gibi... Neyse, bir iki minnacık dilim yiyip, istemeden de olsa çatalımı bırakıyorum. Gayet nefis... Zaten Gündüzoğlu bu semtte oldukça eski imiş. Yol boyunca yürüdüğümde gördüm ki, buralarda kaliteli yiyecek satılıyor, kötü bir şey barınamaz.

Bol bol konuşuyoruz, Sabri bana Antep hakkındaki muhteşem gözlemlerini anlatıyor. Şimdi, Kurtuluş’un içlerine doğru yürüyoruz. Başka mezeciler ve güzel yiyecek dükkanları görüyorum. Burada yaşamaya değer! Evet, geldik! Ben u Sen... Nurcan Hanım Diyarbakırlı. Ailesiyle birlikte bu küçük lokantayı açmış. Yemekleri kendisi pişiriyor. Sabri, tüm çeşitleri tadayım diye bana “aşçı tabağı” ısmarladı. Ben de fotoğrafını çekip size göstermek istedim. Son derece şirin bir esnaf lokantası burası, daha doğrusu, tam doğrusu anne lokantası... Yemekler gayet lezzetli... Nurcan Hanım çok sempatik. Özellikle dolma ve sarmayı paket yaptırıp evinize de götürebiliyormuşsunuz. Tabağımı bitiremedim, çay bahçesine gitmek üzere kalktık.

Kurutuluş’un ana caddesinden yürüyoruz. Etrafta tanıdık markalar görüyorum. Yolda yürüyen insanlar Birleşmiş Milletler!... Her memleketten insan var. Anlamadığım çeşitli lisanlar konuşuyorlar. Müthiş bir ahenk var caddede...

Caddeyi yürüyüp son durağa gelince hoş bir kilise görüyorum. Biraz sonra da çan sesi duyuyorum. Paskalya haftası olduğu için çan çalıyormuş. “İşte, İstanbul böyle olmalı” diyorum içimden...

Tatavla isimli restoran/Çay bahçesine açık havaya oturuyoruz. Güneş pek güzel ama, hava soğuk hatta aldatıcı. Montumu çıkarmıyorum. Çayları da pek güzelmiş, tam tavşan kanı...

Bu şahane çayın eşliğinde bakın neler konuştuk... Sabri yetişirken, bugün ki istasyon meydanına girmeden oralarda Pier Ökkeş tabir edilen birisi varmış. Güvercinlerin ayağına minik torbalar içinde esrar bağlarmış. Güvercinler bugünki Kurtuluş Cami/Meryem Ana Kilisesi eskiden hapishane olan yere uçar, mahkumlar güvercinin ayaklarındaki esrar torbacığını alır, yerine para bağlar, kuşu geri gönderirlermiş. Biraz fantastik bir hikaye, ama gerçek de olabilir!

Hint keneviri Burç köyünden gelip, Alleben deresini besleyen dere kenarlarında yetiştirilirmiş.

Bir zamanlar, Besni, Pazarcık ve Halfeti Anteb’in ilçeleriymiş...

Sabri Tuvarlak isimli fotoğrafçıyı hatırlar mısınız? Atatürk Bulvarı üzerinde dükkanı vardı. Tuvarlak, Antepli erkeklere eski porno fotoğraflar pazarlarmış!

Çapar radyo tamir dükkanı da yine Atatürk Bulvarı üzerinde... Cama dokununca lambalar yandığını ben hatırlıyorum; cama dokununca radyo çaldığını Sabri hatırlıyor...

Ressam Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu diyor kiİ “niye iki Antepli biraraya gelince eski Antebi konuşuyor? Acaba eskiden daha güzel ve değerli olduğu için mi? Bu soruyu ben de sürekli soruyorum kendime...

 

(*) Yazının başlığı “Bütün gün kapı kapı girip çıkmak” anlamını taşıyor

 

Çalmak sözcüğü ise: 1. Çok yağlı veya şekerli bir yiyeceğin insanın içini bayıltması. 2. Sulu bir yiyeceğin, maya veya un katılarak katı hale getirilmesi. Örnek; yoğurt çalmak, kuymak çalmak, basdık çalmak, çorbaya un çalmak.

 

 

http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=19441&start=10

 

SEKSEN KAPIYA DOKSAN DEĞNEK ÇALMAK... (*)