ÖZERK
Çocukken mahallede çeşitli oyunlar oynardık. İçlerinde neler yoktu ki. Sizlerde mutlaka bu oyunlardan oynamışsınızdır. Misket dediğimiz cam bilyelerimiz vardı. Onlarla yere çizdiğimiz üçgen bir yere bir mesafeden bilyelerimizi atar, sonrada parmaklarımızla fırlattığımız bu bilyelerle rakip arkadaşımızın bilyesini vurarak bu üçgenin içine sokmaya çalışırdık. Biz bunun adına müselles derdik. Aslında eski Türkçede Müselles üçgen demekti. Üçgenin içine soktuğumuz bilyeye sahip olurduk.
Bir başka oyunda dokuz parça kiremitten kule yapardık. Belirli bir mesafeden ya bir küçük topla ya da bir küçük kayak taşı ile kiremit kuleyi yıkmaya çalışırdık. Bu oyundan neden zevk alırdık hatırlamıyorum.
Birde küçük bir delik kazar içine karpit koyar üzerine su dökerdik. Karpit kaynamaya başlardı. Çocukluk bu ya, üzerine boş bir konserve kutusu kapatır etrafını çamurla kapatırdık. Bir uzun sopanın ucuna çaput bağlayıp gaz yağına bular yakıp konserve kutusunun üzerine bırakır, kendimizi, bir siper olarak aldığımız, bahçe duvarının arkasına saklardık. Yoldan geçenlere geçmemeleri için uyarıda bulunurduk. Kısa bir süre sonra bir patlama ile konserve kutusu havaya fırlardı. Biz çok sevinirdik. Bu kimyasal reaksiyonu Teoman öğretmişti bize. Kendisine TOTO derdik, mahallenin güçlü kuvvetli spor yapan çocuğu idi.
Başka oyunlar da oynardık mahallede, daha çok topla ilgili, yakan topu oynardık. İki takıma ayrılır, bir çizgi ile takımların sahaları belirlenirdi. Topa sahip takım oyuncusu, diğer takımdan bir oyuncuyu topla vurmayı denerdi. Vurulan oyuncu oyun dışı olurdu. Vurmak için atılan topu rakip oyuncunun tutma hakkı da vardı. Bu şekilde oyun son oyuncunun vurulmasına kadar giderdi.
Ancak ortada top olmadığı zamanlarda, elinde topu olan çocuğu takıma aldığımızda, oyun oynanırdı. Çocuğun kabiliyeti olsa da olmasa da çocuk oynama hakkına sahipti.
Topla oynanan bütün oyunlardaki ilk kural, topun sahibinin takıma alınma hakkına sahiptir. Ayrıca hangi takımda oynamak istiyorsa o takım, top sahibini takıma almakla mükellefti.
Bir de çelik çomak dediğimiz bir oyun oynardık. Bir uzun sopa, bir de kısa 15-20 santimlik bir çubukla oynanırdı. Kısa çubuğun her iki ucu hafif yontulmuş olurdu. Uzun ağaç sopa ile kısa çubuğun bir ucuna vurulduğunda, kısa çubuk dönerek havaya fırlar. Bu yükselişte uzun çubukla kısa çubuğa vurmanız yeterli olur. Eğer ıskalarsanız oynama sırası rakibinize geçerdi.
Bir başka oyun ise iki takım halinde olurdu. Bir de yastığa ihtiyaç duyulurdu. Uzun Eşek adı ile adlandırdığımız bu oyunda bir takım yastık olarak bulunan çocuk, bir ağacın önünde durur ve iki ayağını açardı. Yatan takım birinci adamı yastığa başını eğip iki omuzunu yastığın bacaklarına dayar diğer takım oyuncuları da birbirinin arkalarından eğilip kolları ile kenetlenirlerdi. Diğer takım oyuncuları koşarak gelip eğilip duranların üzerinden ileriye atlayıp, uzun eşek olarak dizilen çocukların çökmesini sağlamaya çalışırlar. Çökmezlerse ilk atlayan takım kaptanı eli ile ya çatal yapar ya da yumruk sıkıp topuz yapardı. Yatan takımın kaptanına bir uzun meyanla soru sorardı. ‘Söyle Bana Çattım Çattım Kaç Çattım’. Tek elle yapılan bu işareti bilemezlerse, yatan takım yatmaya devam eder, eğer bilirlerse roller değişirdi. Bu oyunu oynarken zamanın nasıl geçtiğini bilemezdik. Yatan takım oyundan kaçmak için ihtiyaç molası diye bir mazeret ortaya koyar ve oyuncular geri dönmezlerdi.
Bir de cam bilyelerimizi dizer uzun mesafeden bir bilye göndererek dizilen bilyeleri gösterilen uçtan vurmaya çalışırdık. Vurduğumuz bilye sırasından sonrasının sahibi olurduk.
Yaz günleri, bugünkü gibi, deniz kenarlarına tatile gitmek gibi bir lüksümüz olmazdı. Bütün bir yaz Ankara’da olurduk. Yaz akşamları ise olmazsa olmaz saklambaç oynardık. Bir ebe olur ve bu ebe bir ağaca veya bir duvara dönüp gözlerini kapayarak birden başlayıp belirlenen sayıya kadar sayardı. Bu süre içinde oyuncular çeşitli yerler saklanır, ebenin bulmasını beklerlerdi. Ebe noktasından ayrıldığında, fırsat bulan oyuncu, yakalanmadan ebenin sayma yeri yaptığı ağaca veya duvara dokunarak ‘SOBE’ derdi. Eğer ebe oyuncuyu görür ve de ismini de söyleyebilirse, o zaman EBE çocuğun adını söyleyip SOBE diye bağırırdı.
Ülkemizde demokrasi olduğunu iddia edenlerin var olduğuna inanmaktayım. Çünkü bu insanların Demokrasiden ne anladığına bağlı. Ülkemizde yaşayan 85 milyon insanın yaşadığı bu coğrafyayı idare edecek olanları seçecek seçmen sayısı yaklaşık 61 milyon insan. 61 milyon insanın tamamı oy vermeye gitmemekte. Yine de ülkeyi idare edecekleri bu seçmenler belirlemekte.
Ülkemizde 208 üniversite bulunmakta. Üniversitelerde akademik öğretim yapanlar kendilerini yönetecek rektörleri de kendileri seçmek isterler. Tıpkı ülke yönetimi gibi. Bilim ve eğitimin içine siyasetin girmemesi gerektiğini, yıllarca Rahmetle Andığım İhsan Doğramacı Hoca haykırırdı. Yayını olmayan Profesörlerin Rektörlük yaptığı, hatta unvanını hiçbir yayın yapmadan alanların bile bulunduğu Üniversitelere, Beştepe 13 yandaş rektör ataması yaptığını, yurdum insanı bugün öğrendi. Ancak mevcut ülke yönetimi, tıpkı bizim çocukken oynadığımız top oyunu gibi ‘TOP BENDE BEN OYNAMAZSAM OYUN OLMAZ’ misali REKTÖR atamasında sergilediği oyun, tipik bir baskı rejimi, insanı bezdirmekte, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.