Çocuklarda Kendimizi Yaşatmak!
Ekim ayının ilk pazartesi “Dünya Çocuk Günü,” 11 Ekim “Dünya Kız Çocukları Günü,” ve 17 Ekim “Yoksullukla Mücadele Günü” olarak kutlanıyor. İçinde olduğumuz bu günler vesilesi ile çocuklarla olan ilişkimizi eğip bükmeden irdelemek ve sorgulamalıyız. Çocuk üzerinde kurduğumuz abluka ve üstünlüğün nelere mal olduğunu kendimize itiraf etmeye kalksak belki de toz duman oluruz? Bu konuda var olan bütün bilimsel, pedagojik, eğitsel ve deneyimsel varsayımları ya da eleştirileri kendi üzerimize alınmalı mıyız? Çoğunlukla yetişkinlerin ihtiyaçları, arzuları, umutları ve korkularını esas alarak çocuk yetiştiriyor olmamızın, gelecek için iyi bir referans olmadığını kaçımız fark ettik ki? Çocuğun psikolojik, ruhsal, sosyal, kültürel veya biyolojik altyapılarını dikkate almadan okumasını istiyoruz, hepsinin tarihi yazmasını bekliyoruz, hepsinin birer gitarist olmasını, hepsinin birer Mozart, hepsinin birer Yaşar Kemal olmasını planlıyoruz.
Yetişkinler ile çocuklar arasındaki deneyimsel ve öğrenme farklılıklarını kaale almadığımızdan olacak ki; erişkinle aynı oranda tepkisellik, aynı dozda duyarlık ve geleneklere koşulsuz aidiyet bekliyoruz. Biz yetişkinler beceremediklerimizi, yapamadıklarımızı ve eksik bıraktığımızı çocuklara dayatıyoruz. Kısacası çocukları güçlendiriyor ya da güvence sağlıyoruz derken; aslında onları kısıtlayan, gereksiz yere sürükleyen, durduk yere onları yerden yere vuran ve gelişim süreçlerini baypas ederek onları boynu bükük olmaya zorluyoruz.
Belki de otorite gücünü sınarken bedensel ve gelişimsel olarak en zayıf gördüğü gruptan(çocuktan) kendini ispata gidiyor. Otorite gücünü hep doğa, çocuk ve kadınlar üzerinde sürekli devşiriyor. Çünkü dünyanın yasaları, binlerce yıllık fikir ve algılar bu durumu besliyor. Bu durumdan hareketle bilinç yanıltmanın, psikiyatrist ezikliğin, duyusal ayrımcılığın, ön yargı ve adaletsizliğin çocuklar üzerinde filizlendiğini kolaylıkla analiz edebiliriz. Yetişkin grup, çocuklar üzerindeki egemenliğini dolaylı ve kurnazca mutlaklaştırıyor. Tabii ki "biz büyükler" çocukla olan disiplinlerimizi, çocuğa haksızlık ya da çocuğa yönelik bir olumsuzluk olarak ifade etmiyoruz. Bu yaptığımızı çocuğu korumak, bu yolla hayata hazırlamak ve karşılaşacağı her zorlukla baş edecek kıvama getirme görevi olarak ifade ediyoruz. Oysa çocukluğun özünü ve doğasını boşaltıp; mevcut sosyal ve politik yapıların inşa ettiği cisimlere dönüştürüyoruz. Bu yolla çocukları kendi yaşam anlayışımıza ve “yetişkin çıkarcı amacın” dışına çıkarmayan düzenin devamını sağlıyoruz. Onlarda(bencilce) kendimizi yaşatıyoruz.
Çocuklara özgü marjinallik ve farkındalıkları törpülüyor. Onların kendi olmalarına asla olanak tanımıyoruz. Çocukluk, bilgi ajandamızda yok sayılan, atlatılması gereken, hayatla ilgisi olmayan, sosyalizasyon dışı, geçici yaşam kesiti olarak tanımlanmış. Çocukların, sistemsel yetmezliklerin, ayrımcı güdülerin ve de birey çıkarcı ekonomik modelin mağduru ya da kurbanı edilmelerini sorgulamadan genel deformasyon anlaşılamaz.
“Bugünün büyükleri,” binlerce yıllık “dalga metaforunun gücünü” kuşanıp, "çocuksal varlığı" asimile ettikleri gerçeğini kendilerine yakıştırmıyorlar. Çocukluk bir fail, bir özne, bir birey ya da bir dönem realitesi olarak kabul görmüyor. “Ahlak öncesi,” toplum öncesi, yaşam öncesi, gelecek öncesi denilerek çocukluğun doğal zenginlikleri, özgün altyapıları, barışçıl hisleri, özgür pratikleri manipüle ediliyor.
Çocuklar anne babanın, ailenin, sokağın ve eğitim süreçlerinin nesnesi ve “gelenek devam ettirici araç” olarak damgalanıyor. Çocukluk döneminin, en rastlantısal tepkilerden ve mikro uyarıcılardan bile müthiş etkilendiği bilgisi bir kulağımızdan girip diğer kulağımızdan çıkıyor. Aslında “sonraki kişiliğin inşasında” ekarte edilen çocukluk özel etki yapmaktadır. Çocukluğu gelişen bir yapı olarak algılamamak, onun çoğulcu üretkenliğinden bahsetmemek, hassasiyetlerini göz ardı etmek ve çocuğun farkındalığını tasfiye etmek toplumsal yıkıma neden oluyor. Belki de çocukların hayatla ilgili doğru ilişki kuramamasında, “ileri gelenlerin” öznesi olduğu yanılgılar doğrudan sorumludur.
Çocuk haklarına dair yoğun ve samimi tartışmalarla iç içe olmak ve çocuk haklarının uygulanmasında duyarlılık sağlamak zorundayız. Çocuklar endüstride işgücü, ama diğer taraftan evde, sokakta, okulda kendi varlıksal yapısını aşan sorumluluğu yükleniyor. Eğitimde aşırı görevlendirme ve “eşek yükü ile” ödevlendirme çocukların her alanda işgücü olarak kullanıldığı anlamına gelmiyor mu? Gece gündüz, zaman ve ortam ayrımı olmadan dersle boğuşan, sürekli testlere gömülen, durmaksızın sınava odaklanan çocuğun tamirhanedeki çocuktan daha az istismar edildiğini kim iddia edebilir?
Söz hakkı olmayan, dinlenmeyen, görüşü karşılık bulmayan, yeterince oyun oynamayan; havayla, doğayla ve gökyüzüyle gereğince temas edemeyen çocuğun istismar edilmediğini nasıl izah edeceğiz? Çocuklar ne derece güvenli yaşam güvencesine sahip? İhtiyacı oranda nitelikli, parasız sağlık ve eğitim hakkından faydalanabiliyor mu? İnsani şartlarda çocuk ne derece yaşam buluyor? Çocukluğumuz zihinsel, fiziksel, ekonomik, psikolojik ve sosyal sömürüden ne derece korunuyor ki, yetişkin olunduğunda sağlıklı birey olunmayı bekleyelim?
Çocuk ihmalini, gerekli imkânların yaratılmamasının sonuçlarını iyi tahlil etmek zorundayız. Devrettiğimiz belirsizlik, sosyal ve ekonomik krizler, miras edilen yoksulluk, yaydığımız eşitsizlik ve adaletsizlik çocukların ve devamında gençlerin sıkıntılarının doğrusal sebebidir. Diğer yanıyla korkutmanın, baskı uygulamanın ve cezalandırıcı tutumların çocukta onarıcı, sempatik, iyileştirici ve dönüştürücü kanalları canlandırmadığı gün gibi ortada. Çocuktaki yanlışı, bencilliği, kibri, şiddeti ne yazık ki toplum hazırlıyor. Bu suç, aslında toplumun suçu olmuyor mu?
Çocuklara bu kadar kötülüğü devretmek haksızlık olmuyor mu?
Yararlanılan Kaynaklar ve Alıntılamalar:
Cogito Çocuk Düşüncesi Söyleşi
Yaşam sanatı (Alfred Adler)