Umutlarımıza Bolca Enfeksiyon Bulaştırılıyor…

YAYINLAMA: 22 Ekim 2024 / 00.00 | GÜNCELLEME: 21 Ekim 2024 / 18.56

Artık gülümseyemiyoruz. Gönül rahatlığıyla sözü coşkudan, sevinçten, neşeden yana kuramıyoruz. Birinin acısı diğerinin acısına boyanıyor çünkü. Üzgün ve asık suratlı saatler uzadıkça boğucu haberler başımıza vuruyor. Zamanın gizli ve acı bulutları paralanıyor üstümüzde. “Romeo ile Julıet’in sevgisi” hala kibir ve nefretin ablukasında. Kalbimizin sesine hiç kulak vermiyoruz, göğsümüzün üstüne taş basıp susuyoruz. Sonra dönüp şekilsiz figürleri seviyoruz. “Bize unutmayı öğretene” ne söylemeli? Güzelliği bu denli bozduğumuzu nasıl itiraf etmeli? Aslında bizi kendimize çoktan kaybettirdiler, şimdi buralarda değiliz bile.

  “Şeytana Satılan Ruh,” kendi kötülüğün egemenliğini kurmuş dört yanımıza. Aslında başkalarına uygulanan kötülük kendimize hazırlanan suç ortaklığıdır. Evrende “egemence” üretilen her yeni olasılık kimlikleri paralıyor, inançları ayrıştırıyor, coğrafyaları aleve veriyor. Göklere çıkarılan ve övgüyle kıvanç duyulan “Modern Çağ” yeni sömürüleri pompalıyor. Eşdeğer her ortaklık erozyona uğratılıyor. Saçmalıklar içindeyiz. “Açıklanamayan saçmalıklar:” zekiliği, bilgeliği, duygudaşlığı suçlu birer hayalet ilan eden saçmalıklar. Samimiyet ve güven içinde yaşamaya umutlanan ve de doğalında büyümeyi arzu eden her varlık hırpalanıyor.

Bir çoğumuzun çocukluğu harmanda, mahallenin sokağında, geniş tarlaların otları içinde geçti. Belki buna cennet denmez ama bir yerlerimiz acırken, o zamanlar ağlarken bile içinde eğlendiğimiz bir gökyüzümüz vardı. Minik yürekler, yumuşak niyetler, parıldayan duygular hep çoğunluktaydı. Birde kötülük, elbette hep vardı ama çoğunlukça lanetlenirdi ve ondandır ki hiç bu denli korkumuz olmamıştı.

Ömrümüz belki de bize tasarlanan yaşamı öğrenmekle geçecek, ya da terbiye edilmekle. Ama bu arada kaygı, telaş, çelişki, kararsızlığın keskin kılıcı boynumuzda olacak. Mesela artık uyandığımız sabahı hissetmiyoruz; güneşi, kanaryayı, sıcağa uçan leyleği izlemiyoruz. Saymıyoruz eksiltilen zamanımızı. Birilerine aykırı gelir, alaya alınırız, horlanırız, saçmalıyoruz diye; dışlanırız kaygısı ile hiçbir iç isteğimizi açık yüreklilikle dillendirmiyoruz. Oysa “alçak sesle duyduğumuz hakikati yüksek sesle haykırmak” gibi bir sorumluluğumuz yok muydu?  

Unutmayalım, “bana nesicilik” hiçbir döneme, hiçbir varlığa iyilik getirmedi: Talan etti olan mutluluğu. “Rüzgara güç yetiremiyorum diyerek gemisini fırtınaya bırakan” insan, yenildiğini itiraf edemiyor. Gemiyi bırakıp kaçarken kimseyi incitmediğimizi, kimseye rahatsızlık vermediğimizi düşünüyoruz. Oysa bu kaçış düşünceden, anlamlardan, birleşik umuttan, kendimizden vazgeçtiğimizin işareti değil mi? Kendi ellerimizle “kim vurduya giden” düşlerimize yazık değil mi?  Seni beni boğan kinin, öfkenin, korku ve yasakların duvarların harcını elbirliği ile çoğaltmadık mı? Zararsız dediğimiz şeylerin ne kadar zehir saçtığını hissettiğimiz de ise, o hayatımıza yeniden kılık değiştirerek giriyor. En iyi yolu bulmak için çırpınmak, daima kötüsüne teslim olmaktan daha az zulüm edici değil mi?

Hastalığımızı iyileştirirken daha ağır hastalıklar yüklendiğimizin farkında mıyız?  Oysa en eski bilim, ilk Tanrılar, ilkel inançlar, yeni felsefe bile sadece başkasına değil, kendimize de zarar vermeyi yasaklıyordu. Belki “aşırıcı doğruluk da” yer yer durdurulmalıdır. Ancak hayat öyle alengirli ekilip saçılıyor ki, olumsuzluğun rüzgârına kapılma doğalmış gibi geliyor. İşte onun için içimiz hınca hınç acı ve anlamsızlık dolu. Onun için yürekler yoksul ve sefil, ruhlar körelmiş; insan ıstırabın ve karamsarlığın kölesi olmaya razı gelmiş. Ondandır ki, bebekler doğarken ölümüne satılıyor, kadın cinsi kıyımı yaşanıyor, başlar boyundan koparılıyor, her şeyimiz bir azınlıkça sömürülüyor. Ondandır ki özgür düşünen insan esaret altında. Ondandır ki savaşı, göçü, yıkımı, talanı, çocuk zulmünü, doğa kıyımını dünyaca seyre dalmışız.

Oysa insan savaştan önce barışa, esaretten önce özgürlüğe, ayrımcılıktan önce eşitliğe, haksızlıktan önce adalete, ölümden önce yaşama değer vermeli. İnsanlığın yaratıcı, erdemli, soylu ve yararlı birikimleri asla tüketilemez! Onlar en uygun iklime hazırlanır, onlar dolup taşacağı anı gözlerler. Ama sapsarı kesilmiş zihinlerle, perme perişan duygularla, yırtık pırtık umutlarla güzel ve doğru yaşama nasıl olanak sağlanır ki? Herkes kendi yarattığına tapmakla ve sadece onu onarıp okşamakla ve kendi inandığını yüceltmekle yerinde sayıklar, hatta aşağılara düşer.  

Bizim büyük yürekli olmaya, kocaman düşünceli olmaya ihtiyacımız var. Bizim özgürce ve objektif düzenlenmiş zihinlerle yola koyulmaya ihtiyacımız var.  

Umutlarımıza bolca enfeksiyon bulaştırılıyor. Ama o kaçak zehir tükenecek, sisli hava kırılacak. Gersin geriye kaçıştan vazgeçeceğiz.

Mesele şu ki, bizi yalnız bırakan gülmeden uzak duramayacağız…

Biz biliyoruz, karanlık gökyüzü yeniden aydınlanacak. Büyük zevk duyacağız onu ağırlamaktan. Yabancılaştıklarımız, kapımızın pirinç tokmağını yeniden vuracak. Üstümüze başımıza sevilmişlik yağıp duracak. Didişmeyeceğiz artık hiçbir renkle.

 Tarihin bıraktığı uyarılarla özgürlüğü hep kovalayacağız. Çünkü gülmek özgürlükten geçer, adaletten geçer, eşitlikten geçer…

Gülmek yeni doğan bebekleri yaşatmaktan geçer!

 

 

 

Yararlanılan Kaynak ve Alıntılamalar:

Tanrı ve Devlet (Mihail Bakunin)

Romeu Julıet (W. Shakespeare)

Şeytana Satılan Ruh (Jean Baudrillard)

Ütopia ( Thomas More)

Umutlarımıza Bolca Enfeksiyon Bulaştırılıyor…
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *