Engelsiz hiçbir ilerleyiş yoktur!
Olmaması gereken bir dünya dayatılıyor. Ve “bu,” dünyada her şeyin de anlamını yitirmesi demektir. Onun için “bu dünyada çözümlenip, açıklaması yapılmamış hiçbir şey kalmamalıdır,” diyor Jean Baudrillard. “Düşleri elinden alınmış bu dünyaya gerçeklik egemen olabilir mi?” Diye sorar Baudrillard. Ona göre, “gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya başlayan bir gerçeklik evreni içinde yaşıyoruz…”
Dünya'nın bütün parmakları ve de en sivri uçları kendini büyütüp bir şekilde havaya, içimize, derimize, ışığımıza gömülüyor. Sokağı, mahalleyi, gök camlarını ortasından yaran ses hep yanı başımızda. Olumsuzluğun acı sesi ve keskin kokuları rüzgâra bağlamış, çığlığını ve ateşini kanatlarımıza doluyor. Gerçekliğin tüm çelik zamanları dövülmüş ve patlamış kötülük kokusu bir duman gibi ilişmiş kemiklerimize.
Zaman o kadar muğlaklaşmış ki; ateş yolunu kesmiş, şafak şaşırmış ve ıslak rüzgârlar kaygan sözcükleriyle devasa hayatı kırıp geçiyor.
Korkuyoruz artık her adımızdan, çünkü yolculuklar o kadar uzun ve o kadar belirsiz ki umutlar tir tir titriyor. Kör topala sarmış suç ortağı görüşler, uykusuz düşüncelerimiz artık kendi vaatlerini gömüyor. Düşlerimiz eskiden beri, daha önceden, şafaktan sonra zamanımıza söylenip durur: “Bilinçli bir tersine çevirme anlayışı üzerine oturmalıyız,” diye. Önceden açıktan, güvenle boy atan köklerimiz vardı. Bütün köklerimizi savuran derin yanılgılar, hayatın kılcalında dolaşıp hasta etmekten vazgeçmedi. Bu dünyanın pençesi dört mevsim yakamızda, olanaklarımızı öteden beri kırbaçlıyor. Nasıl söylenir bilinmez ama zincirler içindeyken denizi aşmak mümkün mü?
Umut'un yelkovanı kırılmış, özgürleştiren her adım simüle edilip birbiriyle zıtlaştırılıyor. Farkındayız kucağımıza konan katı ve ağır yükün. Ama yine de çoğunluk parçalanmış böğründeki iniltiye gömülmüş. Hançerlenmiş bu göğün altında gece ve gündüz ne kadar karanlığın üstüne yürüyebilir ki?
Bütünselliği yıkan, aşkınlığı yitirmiş sanal salgının sağ sol vuruşlarını duymamak mümkün mü?
Dışarıdan bakınca her şey güllük gülistanlık gibi geliyor değil mi? Oysa buyurgan sesler, başımıza çullanan otoritelerin küçük küçük sıradanlığı harlandıkça duygularımız dilini yutuyor. İçimize çektiğimiz tüm bu acı yormaz sanıyoruz. O büyüdükçe, damarlarımızdaki saldırısının kaçımız farkındayız? İnsan doğrultusundan kaçtıkça bir türlü kendisi olamıyor. "Bugün, tarihte hiç olmadığı kadar insan köleliğe maruz kalıyor. Hatta köleliğin yasal olduğu dönemlerden bile fazla..."[1] Unutulmamalıdır ki; “kendi kendisiyle özdeşleşemeyen, kendinden farklı görünen hiçbir şey gerçekten gerçek değildir.”[2]
Aslında her zaman hayat zorluydu. İyi temennilerle yetiniliyordu. Belirleyici olan doğal ihtiyaçlar değil, çağın ürettiği (gereklilikti) zorluklardı. Yapay algılarla gerçeklik izole ediliyor; çoğunluğun kafası mutlaklık yorumuna gömülüyor. “Eğer sorun çıkarıyorsa hayat, onunla ilgili yorumunuzu niye değiştirmiyorsunuz ki,” diyor bilgeler. Peki, sevdirmiyorsa bir şeyler kendini, bunun hayatın bir sahte kopyası olduğunu açık yüreklilikle düşündük mü hiç? Belki de kronolojik yanılsamayı insan kendi potansiyeline yaratıyordur? Artık belirleyici olan özveri, gereklilik, duyarlılık, sevgi, saygı ya da aşk değil. Herkes maddi güvence ve kariyer düşüncesiyle var olma zorunluluğunu hissediyor.
Engelsiz hiçbir ilerleyiş yoktur. Önemli olan doğal uyum içinde zihne, duyguya, yüreğe, öze, varoluşa en geniş olanakları sunmaktır. İnsan elbette nefes alamaz duruma geldiği anlarda sabitlenmez, kuvvetli boğucu sorunlara uygun soluklarını çoğaltır. İyilik anlayışı üzerine kurulmuş her çaba dünyayı eğrilikten kurtarır. Çılgın fikirler, özgün duygular, uzun boylu kararlar kuruldukça güçlükler karşısında canlanma sinyalleri kutuptan kutba transfer olur. Bizi boğan dev dalgaları, ufkumuzu nefessiz bırakan karanlık, gözlerdeki kederi yenilmez sanmayalım. Gülümseyen ve umut buyuran en ince aleve hiçbir kuşatma dayanmaz. Direnen öz, canlı us, gözleri aralıklı gece, açılan şafağın kırmızısı durmadan iyilikle olanı, doğru olanı, yararlı olanı bağırır. Zihnimize vurulan her kilit, her sürgü aynı zamanda içimizde bekleyen aydınlığı uyandırır.
Tüm kısıtlamalar, yanılsamalar, aydınlığı kapatan fikirler aslında çoktan deşifre edildi. Mesela savaş, sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, duygusuzluk, duyarsızlık, ölü severlik çoktan kötülük olarak kabul gördü. Mesele, cesareti toplayıp kötülüğün egemenliğine top yekûn bilenmektir. Artık önümüze konmuş perdeyi yerinden çekmeli, ötesinde olanlara bakmalı. Her birimizin içindeki doğruluk ve özgürlük gücü görülmeli.
Ruhlarımız aydınlığa göre şekillenmiştir, o koyuluktan, ikirciklikten nefret eder; ruhumuzu sonsuza dek manipüle edemeyiz.
İç gücümüzü, duygularımızı, düşüncelerimizi ve hayallerimizi açık güneşe ve de temiz bir havaya çıkarma zamanı çoktan geldi.
Yararlanılan kaynak ve alıntılamalar:
Kendine Ait Bir Oda (Virginia Woolf)
Seçme Şiirler (Nicolas Guillen)
Şeytana Satılan Ruh (Jean Baudrillard, [2])
Sound Of Freedom filmi [1]