Kalıplara girdikçe nitelik boşa düşer…

Giderek artan ölçülerde başkalarının söylemiyle ilerlediğimizden olacak ki, önemsediklerimizin ve algılarımızın değişme olasılığından inanılmaz korkuyoruz. Kendimizi dünyanın etkin bir parçası olarak görmekten bile korkar hale getirildik. Vaktimizi ilgimizin olmadığı şeyler dolduruyor. Dolayısıyla “sürüye uymak,” hazıra yüklenmek, sakınmak kaygılarımızı geriletmiyor. Özgün olanı horlamak ve de duyguları suskunlaştırmak güçsüzlük ve çaresizlik patolojisini gidermiyor.
“Oysa yüreklerde mantığın bile bilmediği coşkun bir mantık vardır,” der Erich Fromm. Düşünce ile duygular arasındaki bölünme kaçınılmaz tercihimiz olmamalı. Çünkü Fromm’a göre bu bölünme, zamanla hafif usyarılımına (şizofreniye) yol açıyor. İnsan duygularını dikkate almayarak binlerce ayrıntıyı eksik anlamlandırıyor.
Teknoloji dünyamızda insansal gereklilikten ve duygusal uyarılardan söz edilmemesinin temelinde şirket yönetme mantığı hâkimdir. Oysa bir şeyin geçerliliği varoluşsal birliğe dayanması ile ilgili değil miydi? “Modern Dünyada” insan tek bir asgari gerekliliğe indirgendiğinden olacak ki üretmeye, sevmeye, “olmaya” odaklanamıyor. Oysa en kaygan buzullarda bile gülümseme, göz aydınlığı, yeni hayat bağı, sevginin filizlenmesi ile gizli sözleşmelerimiz vardır.
Her türden ilişkilenmenin aslında basit bir fikri ve doğal bir sistemi olmalı. “İstediğimiz yönde gitmek istiyorsak önümüzde doğru haritamız olmalı.” Körü körüne kalıplara girdikçe nitelik boşa düşer ve umutsuzlukla uğraşırız. Bilinçten, nitelikten, doğal dengeden ve hayallerden uzak kalırsak hayati ilgilerimiz başkalarınca yönetilir. Eleştirel sorgulama merakımız sonlanırsa acımtırak içe dönüş başlar.
Elbette gülümsemek, mutlu olmak, güven duymak başat talebimiz. Ancak eşitlik, özgürlük, adalet ve sevginin iyice boylanmasıyla bu sevinçler çimlenir. Bireysel mutluluğun toplumsal iyileşmeye artıları kaçınılmazdır. Ama diğer taraftan her tür bireysel hakkın kalıcılığı ve teminatı bütünlüğe dayanır. Örneğin, sevgiden, kolektif onarımdan, barıştan, yaşatmaktan ve iyimserlikten yana tutum almanın zirve yaptığını var sayalım. Bu kombinasyonda: Adımıza amaçlanan sahte hayatın esareti son bulacak.
Çoğu insanın vasat ve ortalama olduğu dünyanın rağbet görmesi trajiktir. İnsanlar birbirlerine daha çok benzer hale getirildikçe öznesel hasar artıyor. İnsanların farksız şeylerden bahsetmesi, alışıldık konuların dışına çıkmaması uyuşmazlığı çoğaltıyor. Her dalgaya ya da her denize bir başkasının gözüyle bakıyoruz. Yani ortada dönüp dolanan dayanıksız tabloyu hiç görmüyoruz. Kulaklarımızla işitmeyi, kalbimizle hissetmeyi ve özgür zihnimizle sorgulamayı unuttuk. Herkesi aydınlatmak elbette ki mümkün değil ama herkesi nişan almak önemlidir.
Binlerce yıldır aynı sıradanlık, aynı kısır döngü ve aynı cümleler milyonlarca defa tekrar ediliyor. Öne çıkan her bilgi, her tepki, her fanatizm ve her tabu derin düşünmeye saldırıp ayrıştırma ve kutuplaştırmayı temsil ediyor. Böylece sömüren sömürülen diyalektiği kolayca devreye giriyor. İlk kıvılcımda hemencecik taraf olunuyor, yengi ve yenilgiler üzerine siber hızla kurulan “uzmanca görüşler” saatlerce bizi irademizden koparıyor. Barışçıl ve eleştirel düşüncenin özne olmadığı bu otomatikleşmiş alıcılara maruz kalmak bizi nesneleştiriyor.
Tarih, kimlikler, kutsi gerekçelerle savaşın anlamlandırılması otoritenin (muhatabın) sorgulanmasını engellemiyor mu? Örneğin, Umberto Eco barışı silahsızlanma olarak değil; eleştirel düşüncenin yayılması, düşmanlık dilinin çözülmesi ve otoritenin sorgulanması olduğunu savunur.
Savunma amaçlı ve son çare diyen savaş teorileri, “savaş uzmanlığı” sadece ezen ezilen ilişkisini pekiştiriyor. Diğer taraftan savaşlarda ilkelere uymak demek, savaşın olabilirliğine onaylamaktır. Oysa diyalektik etikte şiddetsizlik insanlığın ve doğanın tek kurtuluş reçetesidir.
Barış sadece silahların susması değildir: Bireyin özerkliğini, eşitliğini, özgürlüğünü, temel haklarını esas alan demokratikleşme ancak savaşların varlığını susturabilir. Öbür türlü savaş mutlaka kendine bir gerekçe icat eder.
Unutmayalım: Meraklarımız, kuşku, heyecan ve özlemlerimiz sürdükçe içsel boşluğa, kafa karışıklığına ve umutsuzluğa üstünlük sağlayabiliriz.
Yararlanılan kaynak ve alıntılamalar:
Umut Devrimi – Erich Fromm
Yaşama Sanatı – Alfred Adler
