Mutluluğun Suç Sayıldığı Dünya

Dünya hiçbir dönemde hayal ettiğimiz gibi olmadı. Tarihin bize aktardığı bilgiler sayesinde bu gerçeğe ulaşıyoruz. Yüzyıllar önce eşitsizlikler birbirini destekleyip ve meşrulaştırarak çoklu haksızlığı pompaladı; alt-üst farklılıklarının zeminini besledi.
Bugün ise insanlığın kendisiyle, doğayla ve yaşamın formuyla bağları zayıfladı; bu da katlanılması güç kaygılara yol açıyor. Bu durumda insan ya öfke biriktiriyor ya da beklentiye girmemeyi seçiyor; her iki durumda da ruh çürümeye yüz tutuyor.
Her teknolojik, ekonomik veya bilgiye dayalı gelişim, insanın emeğine göz dikiyor, verimliliğini küçültüyor, umutlarını testere gibi kesiyor. “Yeni dünya” diye pohpohlanan bu hayat biçiminin tüketmekten başka bir yüzünü görenimiz var mı?
İnsan kendini kuşatılmış, hapsedilmiş ve sınırlandırılmış hissettikçe, kökleriyle olan akışı infilak ediyor. Özveri ve kolektivizm şaşılacak derecede cesaretini kaybediyor. Sonuçta çoğunluğa, sıradanlığa, rutine ve egemen mekanizmalara teslim olunuyor.
İnsan, nerede duracağını tam olarak netleştirebilmiş değil. Çoğu zaman kendisine ezberletilen tanımların dış duvarlarına kadar ilerleyebiliyor. Bu kapanın içindeki küçük fikirler benimsendikçe vasatlıklar ürüyor. Oysa değerlerin ortaya çıkması, bireyin tüm kapasitesini açığa çıkarmasıyla mümkün.
Geleneksel küçük beklentileri taşıyan sıradanlıkların, büyük meselelerin önüne geçmesi yaşamı nefessiz bırakıyor. Onun için bireyin kendini ortaya koyması ve kapasitesini açığa çıkarması hem kendisi hem toplum için hayati önemde.
Fakat gözlerimizi perdeleyen akıllıca kurulmuş ön koşullar, fark etmeden bizi planına montajlıyor. Bu yüzden yaşamlarımızda gerçek bir boğuşma izine pek rastlanmıyor. Yine de kendini iyileştirmeyi dert edinen duyarlı insanlar, durumu fark ettikçe topluma katkı sunuyor; toplumsal ilerleme ve hak arayışlarına öncülük ediyorlar.
Diğer taraftan, hayatın doğasında olan kederlenmek ile neşelenmenin aynı anda yaşanma olasılığı hor görülüyor. Mutlu olma talebimiz ötekileştiriliyor. Sistem, yaşamın tüm alanlarını öğüterek mutluluk ve mutsuzluk arasındaki farkı minimize ediyor.
Mutluluğun nasıl yaşanacağı, mutsuzluğun nasıl çoğaldığı üzerine düşünemez hâle geldik. Kısa anlarda bile mutlu olmak suç unsuru gibi hissettiriliyor. Çünkü mutsuzluğun dünyası genişliyor; mutsuzlar mutluluk istemiyor. Belki de mutlu olandan korkuluyor. Çünkü mutlu olanın iradesi, duyarlılığı ve gizli bilgeliği güçlüdür.
Nietzsche, insanın kendi olmasını önemser. Hazır çizilmiş kaderin sınırlarını aşmayı, yaşamı daha yüksek bir seviyeye taşımayı öğütler. Ona göre yanlış adımlar, hatalı yollar ya da hesapta olmayan uğraşlar bile insanın kendine ulaşma istencidir ve bu saygıya değerdir.
Kendi doğasını yitiren insan hem içindeki aydınlığı hem de davranış özgürlüğünü kaybeder. “İnsan sürekli kendini savunma durumunda kaldığında, savunmasız hâle gelir,” der Nietzsche.
Bugün bizler, soru olmayan sorulara kafa patlatarak ufkumuzu çaldırıyoruz. Gönlümüz ve zihnimiz o kadar daraltıldı ki, hislerimiz ve tepkilerimiz otoritenin duvarlarına çarpıp kırılıyor. Oysa maskeleri çıkarma zamanı çoktan geldi.
Dünyanın incindiğini ve inleyişlerini duymalıyız. Onun yangınını içimize çekmeliyiz. Acı dumanını solumalıyız ki, paramparça yürekleri hissedelim. Tanımaksızın birbirimizin acısını duyumsamalıyız. Ve Ekvator'un parçaladığı her kıyıda olumlu gücü birleştirmeliyiz.
Kendimize ve hayata daha alçak gönüllü yaklaşmayı öğrenmeliyiz. Kalbimiz, sana, ona, diğerine doğru özürce akmalı. Sessizlik ve suskunluklar büyük mutlulukların yolunu açmalı.
Temiz olmayan hiçbir şey gönlümüze girmesin artık. Mutluluk beklentimizi, özgürlük istencimizi, sevgimizi ve aşklarımızı buzların arasında saklamaya gerek yok.
Hayat bizim ve hayatlarımıza önem katmalıyız.
Yararlanılan Kaynaklar ve Alıntılamalar:
Friedrich Nietzsche-Ecco Homo
Franz Kafka-Aforizmalar.
Nicolas Guillén -Seçme Şiirler
