Karagöz ile Hacivat'ın Gölgesinde: Spinoza, Kant ve Nietzsche ile Aklın ve İradenin Kuklaları

YAYINLAMA: 25 Eylül 2025 / 00.00 | GÜNCELLEME: 24 Eylül 2025 / 12.49

Bugüne kadar kontrol edemediğiniz ve dışsal sebeplerden dolayı hissettiğiniz korkulardan dolayı kaç geceyi uykusuz geçirip bir kriz girdabın derinliklerinde kendinizi perişan hale getirdiniz? Endişenizin kaynağını anlamaya çalışırken onu yönetemeyeceğinizi anladığınızda zihninizi nasıl bir hapishaneye dönüştürdüğünüzü hatırlıyor musunuz? Toplum önünde konuşamama, soru soramama, gerektiği durumlarda cevap verememe, bir şeyi başaramama, eleştirilere göğüs gerememe… Bunların hepsi aslında sizi içten içe kemiren, mutluluğunuzu elinizden alan, potansiyelinizi düşüren, özgüven sorununa yol açan zehirlerdir.

Bununla birlikte, insanların korkularını kullanarak onları en olağan haklarından, en önemli servetleri olan akıl ve beden sağlığından, yaşam mücadelelerinden mahrum ediyorlar. Sağlığınızdaki bozulma adeta bir makinenin dişlisindeki bir dişin kırılıp makinenin işlevselliğini kaybetmesine yol açacaktır. Korkunun kaynağını anlamayan, onunla cesur bir şekilde mücadele etmeye cesaret edemeyenler, her daim üzerlerindeki düşünsel yükün ağırlığına dayanamayarak ayakta kalma, kendilerini koruyabilme gücünü gün be gün yitirerek tarih sahnesinden silineceklerdir.

Nedir bu korku? Korku, ezelden beri ister beşerî ister ilahi olduğu iddia edilsin, özellikle küçük bir zümrenin siyasi ve ekonomik statülerin korunması bakımından kitlelerin kontrolü, toplumsal hiyerarşinin bozulmaması, yarattıkları suni gücün yitirilmemesi açısından en önemli ve etkili enstrümanlardan birisi olmuştur. Lakin, ilginç olan, bu küçük ama etkili zümre menfaatlerinin korunabilmesi için en has elemanlarını o sömürülen toplum içinde kraldan daha çok kralcı olacak, menfaatlerini her daim savunabilecek homo-matruşkalar bulmakta oldukça mahirdirler. Bu sefiller ise gücü ve otoriteyi memnun etmek için kendini basamak olarak kullandıracak kadar erdem ve karakterden yoksun ve utanmaz olurlar. Tek özelliği kullanışlı olup buna karşın hiçbir zaman rezil olmamak olan bu sefiller için kendilerine bahşedilen izafi erk, unvan, makam ve statüler hayatın anlamıdır. Bu konumların mahkumu olduklarının bile farkında olmayanlar, her daim ikiyüzlü, sinsi ve utanma ve ar duygularını çoktan yitirmiş olmalarından hiç rahatsızlık duymazlar. Zavallı kişiliklerinden (kişiliksizliklerinden) sahip oldukları akıl ve bilgi gibi zayıf ve/veya eksikliklerinden kaynaklanan figüranlıkları bir hafif rüzgarla çöp kutusunu boylayacak olsa da zorbalık, kurnazlık, sinsilik gibi özelliklerin bir araya getirilmesi ile elde edilen otoriter bir gücün soytarısı olmanın en büyük paye olmasından gocunmazlar.

İnsanın kültürel tarihi bu tür deneyimlerin ezelden beri yaşanmakta olduğunu göstermektedir. Bu tür insanlar, kendilerine ait olan duygu ve düşüncelerle kendini yönetemeyen; kişiliği, iradesi, bilgisi ve ilkesi olmayan ve sürekli başkalarının hikayelerinde oynayan Karagöz ile Hacivat’tan farkları olmaz. Bilirsiniz hem Karagöz hem de Hacivat betimlemeleri bize gerçek dünyadaki kuklaları kurgusal olarak anlatır. Kendileri için hazırlanmış giysilerin bol geldiğinin farkına bile varmadan, pahalı deriden yapılmış giysilere bürünmüş olsalar da bu kullanışlı tiplerin ipleri ile sesleri perdenin arkasındaki şark kurnazlarının ellerindedir. Fakat bu kuklalar Machiavelli’nin şunu söylediğini bilmezler: kendi iradesini kuklacının iradesine bağlamanın intihardan farkı yoktur.

Spinoza ne diyordu: “Korku insanı köleleştirir; cesaret özgürleştirir.” Bir insanın tek başına duyularıyla hareket etmemesi, aklını kullanması gerekiyor. ‘Bunu yaparsam doğru mu yapmış olurum? Bunun sonucunda ne olur?’ diye mantık yürütmeliyiz. Bu sebeple hepimiz kendi isteklerimize varmamız konusunda korku içinde yaşamak yerine ortak akla ihtiyacımız var. Ünlü oyun yazarı William Shakespeare’in de Sone'ler adlı eserinde belirttiği gibi;

“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.

Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.

Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.

Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.

Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.

Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.

Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.

Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.”

Peki bir insan neden kendini bu derece alçaltarak zavallı durumu kabullenir? Stoa ve modern felsefenin öncülerinden bir kısmı bunu köle ahlakının en birincil duygusu olan korkaklıktan olduğunu belirtmektedir. Kant ve Nietzsche’ye göre bunun sebebi aklını kullanmamaktır. Kant, ayrıca, insanların evrensel doğru ilkesi olan “maxim”i anlamamış olmalarından kaynaklandığını ifade etmiştir. Bir başka perspektiften baktığımızda en büyük korkunun itaatin güvenli liman, aklın kullanılmasının ise ‘başına belalar açmak gibi’ kişisel çıkara aykırı sonuçlar üretmesinden duyulan korku olduğunu söyleyebiliriz.

Aklın kullanılması yerleşik toplumsal normların, kültürel değerlerin, siyasal konumun, soysal hiyerarşinin bozulmasına ve mevcut düzenin çarkına çomak sokulması olarak görüleceğinden, aklını kullanacakların üzerinde adeta bir kılıç gibi dolaşıp durmaktadır. Kant’a göre insanlar olağan ergenlik hallerinden kurtulamamalarından, yani olgunlaşamadıklarından rasyonel olmak yerine alternatif otoritelere inanmayı sığınak olarak kabul etmektedir. Aslında bu durumu Nietzsche’nin köle ahlakıyla açıklayabiliriz. Ezilen ve sindirilen geniş kitleler, Nietzsche’nin “Efendi” diye adlandırdığı otoriteye karşı duydukları korkudan dolayı tepkilerini bir türlü dışa vuramazlar. Güçsüzlüklerinden dolayı her şeyi sineye çekerek, bir nevi kaderci olarak, içinde bulundukları durumu yüceltemeye başlayarak değerleri tersyüz ederler. Onlar için bu dünyada yoksulluk başta olmak üzere çektikleri her türlü çile, kendilerine verilmiş ilahi bir test yeridir. Dahası olan biteni kader yerine akıl ve mantıkla açıklamaya çalışmak ilahi güce yapılan bir isyandır ve bu Spinoza’nın karşılaştığı gibi cemaatten atılmayla sonuçlanacak kadar vahim bir hata olur.

Aslında olması gereken, Kant’ın kategorik zorunluluk (imperative) dediği, evrensel ahlak yasası olarak çevirebileceğimiz ilkeye uygun hareket edilmesidir. Bir başka deyişle, aklını kullanabilme cesaretini gösteren kendi iradesi ile özgürlüğüne kavuşur. Birey yeterli olgunluğa erişerek artık özgür iradesi ile bulunduğu yere, makama, konuma, zamana bağlı olmadan en doğru olanı yapmaya çalışır. Lakin, bunun türlü riskleri vardır. Bunu nasıl göze alacaklar? Ayrıcalıklı fakat azınlıkta olan sınıfın yarattığı korku imparatorluğunda yığınların uyma zorunluluğu olan, içinde doğduğu toplumun etkisiyle öğretilmiş ve alışılmış genel kabul görmüş bir kural vardır: gerek ilahi gerekse otoriter bir cezaya maruz kalmamak adına otoriteyi kızdırmadan efendilerine biat etmek. Dolayısıyla tercihlerini akıl denilen o cevheri işleme ihtiyacı duymadan el değmemiş ambalajı içerisinde kaderine terk ederler. Ne de olsa, akıl yerine kör itaatle biat etmek sırtını sağlam duvara dayamak anlamına gelmektedir.

Spinoza’ya göre ise korkunun en başlıca kaynağı Conatus ilkesinde yani var olma güdüsünde açılan gediklerdir. Bu güdü zayıfladıkça kişinin hayatta kalabilme neşesi, umudu azalır ve dolayısıyla korkulara yol açılmış olur. Kişi kendi gücü, bilgisi ve çabasıyla kendi başına hayatta kalamayacağını düşünmeye başlar ve var olabilmek için Spinoza’nın pasif duygular olarak adlandırdığı korkaklık duygusuyla kendisini başkalarının kuklası haline getirecek kadar sahibine kör itaatle bağlanır. Acz içerisinde korkmuş insanlar, sürekli olarak dışarıdan olur almak zorunda kalır. Dış otorite tarafından kolayca manipüle edilerek kör itaatin en önemli temsilcisi olmanın gönüllü köleliğini benimser ve bunun en ateşli savunucusu olurlar. Dışsal onay mekanizması hayatının anlamı haline gelen kişi nihayetinde gönüllü köleliğin kapısından içeriye bir daha çıkamamak üzere girmiş olur. Her şeyin mübah olduğu düşüncesi yerleştiği yerde ne de olsa her şey olabilirsin ama rezil olmazsın bir ilke haline gelmiştir. Bu durumda olan bir kişi yaşayan herhangi bir organizmadan farksızdır. Hayatın her alanında gördüğümüz bu canlı organizmalar varoluş sebeplerindeki asaletin yerine köleliği tercih ederek ortalıkta adeta bir moron gibi dolaşmaktan zerre rahatsızlık duymazlar. Dahası Spinoza’nın dediği gibi yaşamının en önemli duygusu olan gerçek neşe duygusunu yitirerek olaylar arasında nedenselliği göremeyecek kadar anlama yeteneğini kaybederler.

Ezcümle, Spinoza’nın etik kitabında bahsettiği korku kelimenin tam anlamıyla kör itaatin yakıtıdır. Kör itaat ise özgür iradenin ve aklın tabutuna çivi çakılmasıdır. Gönüllü olarak dalkavukluk makamı ile sosyal statü hiyerarşisindeki en düşük basamağı olmayı içine sindirmiş kişi sadece özgür iradesinden değil tüm duyularıyla esaret içerisinde yaşar. Bu durum özgüvenden yoksunluk gibi duyguların yok olması ve özgür iradenin ve rasyonelliğin ortadan kalkmasıyla sonuçlanır. İradesini başkalarının iki dudağı arasına bırakanlar dışsal olanın kölesi olarak kendisi olmaktan uzaklaşan bir organizma haline dönüşür. Ve bu hâl, ezelden ebediyete bir kısır döngü halinde yaşanır durur.

Kant ile Spinoza arasındaki korkunun temelinde yatan motivasyon olarak şu söylenebilir: Kant’ın evrensel ahlak ilkesi ile Spinoza’nın etik anlayışı bize gerçek etik ve ahlaki bir davranışın dışsal bir onaya, uyarıya, baskıya ya da dayatılan bir korkuya değil içten gelen bir emirle meydana geldiğini söylemeleridir.

Şu an sahip olduğun şeylerin mutluluğunu yaşamak yerine ileriye yönelik hayalî, kurgusal ve zihnin yansımasından üretilen bir şeyi kaybetme korkusuyla yaşamak aslında yürüyen bir ceset olmaktan farksızdır. Peki bu duruma düşmemek için ne yapacağız? Spinoza’nın Etika’sının 5. Bölümündeki özgürlük tanımına bakmamız gerekiyor. Spinoza bize diyor ki, bir insanın yapmayı düşündüğü şeylerin hepsini keyfince yapmak özgürlük değildir. Özgür insan, eylemlerinin arkasındaki motivasyonları (nedenleri) anlamalıdır; bu temelde bireylerin bilinçli ve özgür iradeleri ile bu istekleri ve güdüleri benimsemeleri, belirli davranışlara sahip olmaları, bu minvalde konuşmaları ve gereken tepkileri gösterebilme gücüne sahip olmaları gereklidir. “Neden gönüllü kulluk ediyorum? Neden kukla oluyorum? Neden kuklacılar beni seviyor?” sorularının cevapları tehlike ve/veya bir fırsat karşısında koşullanmış, alışılmış ve benimsenmiş varoluşun devamına ya da ayrıcalıklı hissetmeye yönelik sunulan altın tepsi üzerindeki altın sırmalı bardağın içindeki zehirde gizlidir.

Afiyet olsun.

 

Mark Twain’den bir aforizma ile bitirelim: “Cesaret korkunun yokluğu değil, korkuya direnmek, korkuya hükmetmektir.”

 

Dr. Öğretim Üyesi Ali Yüce

Kapadokya Üniversitesi

Karagöz ile Hacivat'ın Gölgesinde: Spinoza, Kant ve Nietzsche ile Aklın ve İradenin Kuklaları
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *