Diyarbakır türküsü
Mehmet Mercan Diyarbakırlı bir gazeteci, şimdi Adana’da yaşıyor. Diyarbakır’ı anlattığı birçok eseri var, bunlardan birisi, “Diyarbakır Türküsü” adı altında genişletilerek bu sene ikinci baskısını yaptı.
Ben, bir kenti şirin bir dille; içten ve bilerek anlatan eserlere bayılıyorum. Kentlerin, tarihleri ve o tarihe, kültür akışına paralel olarak geliştirdikleri kimlikleri var... Kentlerin şansları varsa, o kimliği anlatacak, tarafsız, samimi, bilgili ve ilgili bir yazar çıkıyor. İşte Diyarbakır’da bu yönden şanslı kentlerden birisi... Mehmet Mercan; Şeyhmus Diken Diyarbakır’ı tarafsız ve samimi anlatan insanlar... Her ikisinin de bu amaçla yazılmış oldukça fazla sayıda eserleri var...
Bu yazıda, Diyarbakır Türküsü isimli kitaptan aklımda kalanları sizi sıkmadan; çeşitli zamanlarda Diyarbakır’a gittiğimde çektiğim fotoğraflar eşliğinde anlatacağım.
Diyarbakır’da sokakların ismi “küçe”. Küçe, Farsça bir kelime, sokak, geçit veya çıkmaz anlamına geliyor. Mehmet Bey, Diyarbakır küçelerini pek güzel anlatmış. Yazdığına göre, Ortaçağ’da Hidndistan’dan, İran’dan ve Arabistan yarımadasından Diyarbakır’a getirilen mallar, kervanlarla İstanbul’a, oradan da yeni gelişmekte olan Avrupa pazarlarına sevk edilirmiş. Ayrıca Diyarbakır, Basra, Bağdat, Musul, Halep arasında da önemli bir ticari köprü görevi görürmüş. Değişik insanların uğrak yeri olan Diyarbakır’ın kültürü ve sanatı, bunun yanısıra halkın konuştuğu dilde çeşitlilik kazanmış.
İşte bu nedenle Diyarbakır lehçesinde Türkçe, Türkmence, Azerice, Kürtçe, Arapça, Farsça büyük uyum içerisinde kullanılırmış. Evinde, işyerinde, çarşıda, pazarda insanlar dilediği lisanı konuşur, kimse tarafından da yadırganmazmış.
Gündüz köylü müşterileriyle Kürtçe konuşan tüccar veya esnaf, akşam evinde çoluk çoçuğu ile Türkçe konuşup şakalaşırmış. Diyarbakır’da “kırıkayak” takımı olarak isimlendirilen sokaktaki külhanbeyi ise, küfründe, kavgasında Türkçe, Kürtçe ve Ermenice kelimeler kullanırmış.
Mehmet Mercan bizi, küçenin içerisindeki bir eve de konuk etmişti, ama ben çok kısa geçeceğim... Evin geniş hevşı (havuş, avlu) nın tamamı gözenekli nahit denilen yontma bazalt taşlarla kaplı. Taşların gözenekli olması sayesinde yıkandığında bir kısım su bu gözeneklerin içerisinde kalıyor, böylece Diyarbakır’ın sıcak havasında az da olsa bir serinlik yaratıyor.
Gül, reyhan, menekşe gibi kokulu bitkileri yetiştirmek Diyarbakırlı kadınların çok hoşlandıkları hobileri... Müslüman kadınlar bu kokulu çiçeklerden reçel yaparken, Ermeni kadınlar likör yaparlarmış. –Diyarbakırlı Silva Özyerli’nin kulakları çınlasın, İstanbul’da kokulu çiçek ve meyvelerden likör yapmaya halen devam ediyor.-
Evin kilerinin anahtarı kaynananın belinde asılı... Kilerden kontrolsüz bir yiyecek eksilince kıyamet kopuyor!
Eb-ül İz Diyarbakır’da yaşamış, ülkemizde makina mühendislerinin piri olarak kabul edilen bir bilgin. 446 sayfalık kitabında robot resimleri de olmak üzere çeşitli çizimler yapmış. Rivayete göre, Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden dönerken bu eseri, İstanbul’a getirip, saray kütüphanesine koymuş. Kitap, 250 yıl İstanbul’da Ayasofya kütüphanesinde kalmış. II. Abdülhamit döneminde, İsviçre’nin İstanbul başkonsolosluğunda görevli Marten ismindeki doğu dilleri ve tarih bilimcisi şahıs, bu eserin 66 sayfalık bölümünü çalarak Avrupa’ya kaçırmış. Bu sayfalar, zaman içerisinde dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış. Rivayete göre, Avrupa’da ilk yapılan robotlar bu çizimlerden esinlenilerek yapılmış...
1853 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gezgin H. Petermann, güneş battıktan sonra Diyarbakır’a ulaştığı için kapılar kapalıymış, içeri girememiş. Diyarbakırlar, birkaç kez büyük salgın hastalık geçirdikleri için, temizliğe çok dikkat ederlermiş. O nedenle, dışardan gelen yabancıların, surlardaki kapıların hemen bitişiğinde bulunan hamamlarda yıkanmaları sağlanır, temizlendikten sonra içeri alınırlarmış.
Diyarbakır’ın akrebi de pek meşhurmuş. Coğrafi zenginliğin içerisinde barınan akrepler, Diyarbakır surlarında bulunan taş motiflerde bile yerlerini almışlar. 1950 den öce, DDT kullanımı yaygınlaşmadan, halk tarafından geceleri fenerlerle toplanan akrepler, ertesi gün Belediyeye para karşılığı satılırmış.
Bugün maalesef sadece fotoğraflarda kalan büyüklüğüğle ünlü Diyarbakır karpuzu, güvercin gübresi ile yetiştirilirmiş. Çiftçiler, karpuzu biraz da şan olsun diye koskocaman yetiştirirlermiş. Bunun için, karpuz tiyeğindeki karpuzlardan en sağlıklı olanı seçilir, diğerleri koparılarak, seçilenin kocaman büyümesi sağlanırmış. Eskiden beri, Diyarbakır karpuzu büyük olduğu için, kılıçla kesilir, dilimler halinde satılırmış.
Karpuz tarlalarının bulunduğu Dicle kıyılarına “hülle”denilen kamıştan kulübeler kurulur geceler orada geçirilirmiş. Bu sırada eğlence yapılır, karpuz kabuklarının içi ince kumla doldurulur, üzerine gazyağı dökülüp ateşlenir, alev alev yanan karpuzlar Dicle nehrine bırakılırmış. Çayda çıra oyununun da bu eylenceden esinlenilerek folklorumuza girdiği tahmin ediliyor.
Diyarbakır’da kuyumculuk, gümüş telkari işçiliği, sedef kakmacılık, bakırcılık, çinicilik, dericilik ve puşuculuk eskiden çok gelişmiş sanat dalları arasında imiş. Bugün, kuyumculuk dar bir çerçevede devam ediyormuş.
Mehmet Mercan, Diyarbakır’ın Ali Paşa mahallesinden. “Ali Paşalı, eli maşalı” deyimi insanların kavgacı olmasından kaynaklanıyormuş. Mercan, mahallesi için “hırçın bir semtti” diyor. Kaçakçısı, kabadayısı, kavgacısı bolmuş. Mahallede çocukların ve kadınların kavgaları eksik olmazmış. İşin ilginç yanı, çocukların ve kadınların kavgaları akşama doğru yatışır, ancak evlerin erkekleri işten dönünce yeniden kaldığı yerden başlarmış!
Nisan ayında baharın güzel günleri başladığı için Diyarbakırlılar piknik yapmak üzere kırlara giderlermiş. Kırlarda yapılan Hıdırellez şenliklerinin ismi ise, “Cigaret Şenlikleri” imiş. Ayrıca yine baharda yumurta tokuşturma yarışması da yapılırmış. Kırlarda “nergisleme” denilen, nergiz çiçeğinin beyaz ve sarı renklerine atfen, yumurta dürümü yenirmiş.
Kitap, 312 sayfa... Ben, hoşuma giden “eşeklere muska yazılması” bölümü ile bitireyim. 20. Yüzyılın ortalarına kadar, hayvan sırtında taşımacılık hayati önem kazandığı için hayvanlara çok iyi bakılırmış. Bu nedenle hasta olan eşek, katır, deve gibi hayvanlara da muska yazdırılır, hatta iyileşmeleri için ziyaretlere götürülüp, ziyaretin etrafında dolaştırılırmış.