Van Gogh'u çerçevesiz izlemek...
Gelişmekte olan bir ülkede doğmanın büyük dezavantajlarından birisi de sanatı, müziği, sporu ve daha birçok güzelliği yeteri kadar algılayamadan yetişkin olmak zorunda kalmaktır.
Şansım vardı, birkaç kez İspanya’ya gittim ve İspanyol ressamları vakit vererek izledim. 1996 senesiydi sanıyorum, Goya’nın doğumunun 250. Yılında Prado müzesinde dünyanın her yerinden getirilerek serginenen eserlerine neredeyse 7 saat harcadım. Sergide Goya’nın “körebe” isimli tablosunu görünce bizde de oynanan aynı oyunun tüm Akdeniz kıyısındaki ülkelerde oynandığını öğrenmiştim.
Kış, bu sene çok ağır geçtiği için biraz eve kapanmak zorunda kaldık. Daha önce, evden çıkıp da geri dönememek gibi acı bir tecrübe yaşadığım için, kar alarmı verilince yerimden kıpırdamamayı öğrendim. Dün, hava soğuk olmasına rağmen kar yağmadığı için tabir yerindeyse kendimi sergilere attım! Gittiğim, müthiş keyif aldığım sergilerden birisi Van Gogh alive sergisi idi. Bu arada hemen “alive” kelimesinin yaşayan demek olduğunu belirteyim. Abdi İbrahim ilaç firması, kuruluşunun 100. Yılını Van Gogh sergisi ile kutluyor. Gerçekten de yazdıkları gibi, Van Gogh tablolarının çerçevesi yok, içinde yaşıyorsunuz...
Abdi İbrahim ilaç firması basın bülteninde, Van Gogh sergisi için şöyle yazmışr: “sanat, bilim ve teknolojinin yenilikçi bir şekilde harmanlanarak sunulması bizim 100 yıllık bakış açısımızı yansıtıyor.” Gerçekten de sergiden çıktıktan sonra aynı şeyi ben düşündüm... Van Gogh’un 1880-1890 arası, günümüzden yüzyıl önce yaptığı tablolar, bugün bize serginin dinamiğine uyan klasik müzik eşliğinde, görkemli, üstün bir teknoloji ürünü olarak izlettiriliyor.
Van Gogh hakkında biraz bilgi edindikten sonra karanlık bir salona giriyorsunuz. Müthiş dinamik bir ortamla aniden karşı karşıya geliyorsunuz. Duvarlarda, kolonlarda, tavanda ve hatta yerde Van Gogh’un şahane tabloları, karakterleri, çiçekleri hepsi gözünüzden akıp gidiyorlar. Sonra gözünüz karanlığa alışıyor ve bir yere oturmayı akıl ediyorsunuz... İşte ziyafet orada başlıyor... Müziği, renkleri ve Van Gogh’u algılamaya başlıyorsunuz... O şahane renklerin, doğanın, çiçeklerin, yaşadığı kentlerden birisi olan Arles’in sizi saran atmosferi içerisinde adeta uçuyorsunuz... “Ben burada biraz daha kalmalıyım” dediğinizde size gösterilen çoğu tabloyu görmüş olduğunuzu ve beyninizin daha fazlasını algılayamayacağını hissediyorsunuz. Artık dışarı çıkma vakti gelmiştir!
Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan sergi, 40 yüksek çözünürlüklü projektörden aynı anda akıp zengin ses sistemiyle karışarak ziyaretçinin nefesini kesen bir gösteri ziyafeti şeklinde tasarlanmış.
Dost kitapevi, Vincent Van Gogh’u anlatan “bir dahinin hayatı ve yapıtları” isminde güzel bir kitap yayınlamış. Bu kitaptan ressamın hayatını, yapıtlarını ve günümüze gelen şahane tablolarını yaparken nelerden etkilendiğini öğreniyoruz. Vincent, bir Protestan papazın oğlu olarak 30 Mart 1853 tarihinde Hollanda’da Groot Zundert’te dünyaya gelmiş. Bir şansızlığı var: Kendisinden bir sene önce, doğan, ancak doğum sırasında ölen kardişine de Vincent adı verilmişmiş. O nedenle ressam Vincent, ölü doğan bebeğin de sorumluluğunu yüklenmiş ve yaşamını büyük bir suçluluk duygusu içerisinde ezilerek geçirmiş. Kitap ta Vincent’in yazma kabiliyetini doğayı ve açık havayı seven, aynı zamanda iyi bir yazar olan annesi Anna Cornelia’dan aldığı yazılı. Doğduğu, Hollanda’nın Belçika sınırındaki kasabasının çarpıcı bir manzarası olmamasına rağmen Vincent, puslu topraklardan, kırlardan, fundalıklardan ve kahverengi topraktan çok etkilenmiştir.
Vincent Van Gogh’un etkilendiği ressamlardan birisi 1606-1609 yılları arasında yaşayan Rambrandt... Vincent,onun tablolarındaki ışık ve gölgenin etkileşiminden, yaşama dair içtenlikten, dramatik olanı yakalamaktan ve merkezden dağılarak sonsuzluğa gömülen ışığa; şiirsel ifadeye hayran kalmıştı. Rambrandt’ın “Gece Nöbeti ve Yahudi Gelin” isimli tablosunu gördükten sonra, Vincent kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta şöyle demiş: “Bu şekilde resim yapabilmek için pek çok kez ölmüş olmalı!”
Van Gogh, Brüksel’de aristokrat Van Rappard ile tanıştı ve bu dönemde anatomi öğrenip, beğendiği resimlerin röprodüksiyonlarını yaptı. Sien Hoornik ve bebeği de Vincent’i çok etkilediler. Sien, yaklaşık 60 çizime ve suluboya resme modellik yaptı.
Ölüm ve toprağa dönüş bir sonbahar yaprağının düşüşü kadar doğaldı. Babası 1885’te öldüğünde, Vincent onun gömüldüğü mezarlığı resmetmiş ve yazdığı yukardaki metinle ölümün doğallığını anlatmaya çalışmıştı.
Fransa’nın Provence bölgesinde de yaşadı Van Gogh. Modern sanatın şiddetli, canlı ve yaşamın sıcak renklerinin yanyana olacağını burada düşündü. Bu görüşünü tuvaline de yansıttı. Parlak yeşiller, sarılar tablolarında adeta dans ettiler. Vincent, kullandığı renklerle zamana meydan okuyordu. Renklerin canlılıklarının yaşamaya devam edeceğini ve sahip oldukları enerjiyi yitirmeyeceklerine inanıyordu. Nitekim, Vincent’in başdöndürücü renk anlayışı, Fovizm ve Ekspresyonizm gibi 20. Yüzyılın en canlı sanat akımlarının temeli oldu.