Eğitim Sorunlarının Temellendirilmesi, Değişim ve Dönüşüm (2): Eğitim sistemi kitlenin ‘ihyasına’ mı yoksa kitlenin ‘imhasına’ mı hizmet ediyor?
‘Eğitim mi istiyorsun?.. Öyleyse kalk ve kendi iradene sahip çık!
Çünkü eğitim kendi kaderine kendi ellerinle sahip çıkmaktır.’
Eğitim, kitleleri imha aracı mı yoksa ihya aracı olarak mı kullanılıyor? Bu soru aslında sadece çağımızın değil tüm çağların en eskimeyen sorularından birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle eğitimin imha veya ihya rolünü konuşmadan önce insanın doğasına ve tarihsel sürece dair bir takım tespitlerde bulunmak gerekiyor.
Asırlardır insanlar tüm çabalarına -teknolojide, bilimde, sanatta ve estetikte meydana gelen gelişmelere- karşın en çok arzu ettikleri mutluluk ve huzura erişemiyorlarsa nedenini sadece eğitim sistemlerinin ve yöneticilerin başarısızlığında değil insanların özünde de aramamız gerekiyor.
Mevsimler, günler, çağlar değişti… Hatta Tunç çağının üzerinden yaklaşık 5000 sene geçti ama insanın insanı sömürmesi, aldatması, kandırması, aptal yerine koyması hiç değişmedi. Bunun sebebi erdem eksikliği olabilir mi?
İnsanların hayatı yazılımları gereği her daim sahip olduklarını korumak ile sahip olmadıklarını elde etmek isteyenlerin mücadelesi şeklinde geçmiştir. Bu da ister istemez insanların kısacık ömürlerini bir güç kavgasının pençesinde yaşamalarını gerektirmiştir. En eski yazıtlardan ve söylencelerden elimize ulaşanlar bir araya getirildiğinde aslında insanın doğasında yer alan hem iyi hem de kötü arasındaki mücadelesinin süreklilik taşıdığı ve genelde bu mücadeleden kötünün galip geldiği anlaşılmaktadır. Bitmek bilmeyen kötülükler arasında; güce sahip olma veya güce tapma, arzularının kölesi olma, açgözlülük, entrikalar, iftiralar, bilginin değil şan, şöhret, unvan ve statü gibi kaldıraçların kölesi olmak gösterilebilir.
Peki o zaman insan iyi değil midir? Evet, iyiler de vardır tabii ki!.. Ancak Machiavelli’nin Prens kitabında bu sorunun yanıtına ‘ancak bu iyilik insanın doğasından değil ihtiyaç duymasından dolayıdır’ diye ekler. Peki biz içimizdeki kötülükten/şeytandan nasıl arınacağız? Canlıların DNA’sında yer alan bu virüse karşı, antik, klasik, modern, postmodern gibi sürekli ismi değişen ancak özünde sömürü düzenine eleman taşımaktan başka bir işe yaramayan; mutsuz, huzursuz, kişiliksiz insanların çoğalmasına sebep olan (istisnalar hariç) eğitim sistemlerine karşı nasıl bir antivirüs programı yazılabilir? Eğitim kurumları denilen ancak en basit ama temel; görgü, sevgi ve saygıya dayalı davranış şekillerini bile vermeyi becer/e/meyen bir eğitim tasarımı ile bunu sağlamak mümkün mü? Eğitim var olan hayvani/ilkel/kötü yanlarımızı törpüleme gücüne sahip olabilir mi?
Bu ve sonraki yazılarda aktarmaya gayret ettiğim düşünceler çerçevesinde yaşam PiRaMit’inin en üst basamağına -aydınlanmaya yani dünyevi ihtiraslardan kurtulmaya- mevcut politika ve yaklaşımlarla çıkabilme olasılığını konuşacağız. Örneğin insanların -genetik özellikleri, çevre ve kültür bileşenleri ile- ihtiyaç duyulan en saf ve en yüce bilgiye ulaşmasında -bir tornadan çıkmış zihinlerin hazırladığı müfredatların yer aldığı- mektep denilen kurumlarda -teknolojiye dayalı değişim veya sadece bilgiyi aktarma görevi üstlenenlerin statüsünü değiştirmek gibi- sıradan reformist yaklaşımlarla özgür bir ruh ve insan onuruna yakışır bir hayata sahip olmasını beklemek bir tavuktan Latince konuşmasını beklemek kadar saflık ötesidir. Ben bu gerçekliği en halis duygu ve düşüncelerimle iletmek üzere buradayım. Bu nedenle yüzeysel değişimler değil köklü bir paradigma değişikliği ihtiyacı üzerinde durmaya gayret edeceğim. Bunu yapmadaki gayem benim insan olma sorumluluğum. Gelelim sorumuzu yanıtlamaya:
Bir önceki yazıda ihtiyacımız olan şeyin reform, ıslah, değişim gibi sözcüklerle insanlığın asırlardır yaşadığı acı, sefalet ve gözyaşlarının dinmeyeceğini, bu bağlamda; adaleti, huzuru ve mutluluğu sağlayacak bir eğitim yaklaşımının olamayacağını söylemeye çalışmıştık. Peki aradığımız şey değişimin kendisinde değilse öyleyse onu nerede arayacağız? Dönüşümde! Yalnız burada kastettiğim fırıldak ya da rüzgar gülünün dönüşü değil tabi ki!..
Dönüşümden kastımız insanın kendisinden doğması. Bir kelebeğin kelebek olabilmesi için toplam dört metamorfoz yani başkalaşmaya ihtiyacı vardır: yumurta, tırtıl, koza ve artık yaşam döngüsünün en nihai noktası olan kelebek olma hali. Her bir ölüm nihai olana ulaşma yolunda bir doğuştur aslında.
İnsanın da anne karnına düşüp özgür bir insana dönüşümü sürecinde etkili olan birçok faktör ve geçirdiği aşamadan bahsedilecek olsa da erdem bu süreçteki en önemli yeri kaplar. Hangi erdem? Eğitimle birlikte olgunlaşacak olan erdem. Platon’un Lakhes diyaloglarında dediği gibi cesaret sahibi olmak erdem olarak kabul edilirse bir hırsızın yaptığı eylemlerin erdem içerdiğini söyleyemezsiniz. Cesaret erdem için gerekli ama bunun tek başına yeterli unsur olmadığını da bilmek gerekir.
İnsan yaşamında aranan salt okul başarısı değil bireyin mutluluğunu, içsel huzurunu, saygınlığını ve kendini gerçekleştirmesine yardımcı olacak gerçek bilgi ve yetiyle kendini donatmasıdır. Peki ihtiyaç duyulan erdem bilgisine sadece dört duvar arasına sıkıştırılan okul denilen kurumdaki bilgiyle ulaşılabilir mi? Platon Menon isimli eserinde bilgisizlikten bilgiye doğru geçiş yaparken erdem öğretilebilir mi sorusuna cevap aramıştır. “Gerçek bilgi ve yetiyi elde etme yöntemi erdemdir” der Platon. Platon dört tür bilgi çeşidinin olduğunu söyler. Bunlardan birincisine “eikasta” yani illüzyona dayalı bilgi der. Bu bilgi ezbere dayalı bilgi olduğundan kalıcı olmayan bilgidir ki ezelden beri eğitim mağarası olarak adlandırdığımız mekanlarda aktarılan bilgi türüdür. İkinci tip bilgi ise “pistis” bilgisidir ki bu da daha çok bireylerin inançları, kültürleri gereği elde ettikleri bilgiler olarak adlandırılabilir. Üçüncü bilgi türüne ise “dionia” denilir ki bu artık rasyonelliğe dayanan bilgilerdir. Bu bilgi ezber, gelenek görenek, töre, inançla değil düşünce üzerine yapılan akıl yürütmeler sonrasında edinilir. Düşüncelerin üretildiği düşünce merkezlerinde meydana getirilir.
İnsanlar ikiye ayrılır: Özgür ruhlu olanlarla köle ruhlu olanlar. Platon’un belirttiği sonuncu bilgi türü insanın köle ruhlu halinden özgür ruha dönüşümünü sağlayacak olan bilgidir ki bu çok az insanın sahip olduğu bilgi türüdür: Bu bilginin adı ‘noesis’ dir. İnsanın bir kelebek misali dönüşebilmesi için bu bilgi aşamasına ulaşması gerekmektedir.
İşte bu bilgi türü sıradan eğitim kurumlarında yani illüzyona, ezbere, inanca dayalı oluşan bilginin aktarıldığı yerlerde değil insanı merkeze koyan, insanın mutluluğunu, düşünsel gelişimini önceleyen akademilerde üretilir. Bu bilgi türü insanın kendisinde sezgisel olarak elde edebildiği en yüce ve en saf bilgidir. Platon bilgileri bu şekilde tasnif etmişken kişilerin özelliklerini, hayata bakış açılarını, amaçlarını da göz ardı etmiş değildir.
Bu nedenle insanı da üç farklı kategoride sınıflandırmıştır Platon:
1) Para ve şehvet aşkıyla yanıp tutuşan,
2) Ünvan, makam, statü, şan, şöhret peşinde koşan,
3) En yüce ve en saf bilgeliğin (sophos)/aşkım peşinde koşan.
İlk iki tür köle ruhlu olanları tanımlıyorken sonuncusu özgür ruhluyu tanımlar. Para ve şehvet aşkıyla yanıp tutuşan; unvan, makam, statü, şan, şöhret peşinde koşan ve nihayet en yüce ve en saf bilgelik olan sophos aşkının peşinde koşan. En saf bilgeliğin peşinden koşan dünyevi beklentilerinden, arzularından, ihtiraslarından, tamahkârlıktan kurtularak hamlıktan edindiği deneyim ve verilen bilgilerle yanarak ermiş olandır. O artık biriciktir.
(Bilgi türleriyle insan türleri arasındaki eşleştirmeleri size bırakıyorum.)
Bu tasniflerin yapılmasının üzerinden 2400 sene geçtikten sonra Abraham Maslow denilen bir zat-ı muhterem insanın ihtiyaçlarını gösteren bir başka PiRaMit hiyerarşisi meydana getirmiştir.
!!!Lütfen devam etmeden önce Google gibi kaynaklara bakarak bu hiyerarşinin her bir basamağında ne yer almakta bir bakınız.!!
Mevcut eğitim modellemeleriyle Maslow’un beş basamaklı ihtiyaçlar hiyerarşisinin alttan iki basamağını yani beslenme ve barınma gibi temel insani ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak yüz milyonlarca insanın bulunduğu bir gezegende bireylerin mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdüğünü iddia etmek herhalde kendini kandırmanın en tepe noktasıdır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en üstteki iki mertebesine -bireylerin mutluluğu, huzuruyla birlikte ütopik olsa da toplumsal barışın ve adaletin sağlanabilmesine- ulaşabilmeyi ise eğitimin nihai hedefi haline getirmek gerekmektedir. Nitekim Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin son basamağındaki insan artık varlık sebebini, potansiyelini anlamış, kendini gerçekleştirerek kendini aşan, kendisini esaret altına alan tüm önceki prangalarından kurtularak özgürleşen insanı anlatır. Maslow hiyerarşisinin en tepe noktasına çıkan insan aynı zamanda Platon’un en mükemmel, en yüce bilgi türlerindeki noesis bilgisine sahip olarak aklı ve vicdanı üzerindeki ipoteği kaldırmış ve içsel huzura ermiş olarak kabul edilir.
Önceki yazılarımda da insanın özgürleşebilmesi bağlamındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım. Eğitimin insanların ve doğadaki tüm biyotik ya da abiyotik varlıkların yaşam alanlarını imha ya da ihya etmedeki rolüne geçmeden önce gelin önceki yazıların bu konuyla ilgisini kurarak özetleyelim.
Kendini tanımak; kişinin kendi sınırlarının, potansiyelinin ve içinde saklı olan cevherin farkına varmak anlamına geldiği gibi aynı zamanda doğayla uyum içinde yaşayabilme becerisini gerçekleştirebilmek demektir. Bununla birlikte, yaşamın başlı başına bir öğretmen olduğunu kabul ederek bilgiyi sadece okulların dört duvar arasına sığmayacağı gerçeğini de içselleştirebilmektir, kendini tanımak. Doğadaki varlıkların; fiziksel, biyolojik ve kimyasal yapılarında bile çıkarılacak ders bulabilmektir. Ağaçta görünene -yaprak, gövde ve kök olarak- bakmak tüm zihinlerin yapabileceği bir iştir. Kendini tanımaya, hayatını anlamlandırmaya çalışan bireyler ise görünenin ötesine bakarak daha derinlerde olanı -bilinmeyeni- görmek isterler. Bu bireyler ağacın aniden çıkan bir fırtınaya karşı olan savaşını, dayanma gücünü kendi hayatlarındaki zorluklarla mücadelesine adapte eder. Aynı zamanda kendini tanımak, içindeki güzelliği, iyiliği, sevgiyi, nezaketi, anlayışı ortaya koyarak kendinden tekrar doğabilmek demektir. Yeniden doğmak insanın kendini aşması kendisine dayatılan tüm dogmatik, ideolojik düşüncelerin tuzaklarından uzaklaşmasıdır.
Bu arada, Kant’ın kategorik buyruğundan bir başka deyişle koşulsuz emirlerinden bahsettiğimi de hatırlayacaksınız. Kant ne diyordu? Öyle bir eyle ki eylediğin şey evrensel bakımdan en doğru olsun. Yani tüm dışsal yükümlülüklerden arınarak kişi sadece ve sadece kendi muhakeme gücüyle ortaya koyduğu doğruları hayata geçirsin. Eş deyişle doğruyu, iyiyi eyleyecek, buyruğu verecek olan ve bunu yapacak kudrete ve akla sahip olan sensin. İnsanın kendi iradesi dışında kendisi için biçilmiş hal elbisesi ile -kendisine dayatılan kurallar/emirler/buyruklarla- ihtiyacı olan özgürlüğe kavuşmasının zorluğunu mağara alegorisi isimli bir başka yazımda anlatmaya çalışmıştım.
Kısaca; ‘insan kendisine biçilen kalıpların dışındaki ışığa kendi özgür iradesi ile kavuşmak istemediği sürece efendisi onu azat etmeyecektir’ (Yüce, 2024).
Devam edecek