İnanmak istediğimiz gerçekleri biz seçeriz!

YAYINLAMA: 21 Ocak 2025 / 00.00 | GÜNCELLEME: 20 Ocak 2025 / 18.40

 “Modern dönem insanı,” her fırsatta bilgisine, bilincine, birikimlerine övgüler yağdırıp dururken, duyularımızın ilgi duyduğu her hususa ise şüpheyle yaklaşmakta. Dolayısıyla şiddetli ağrıları da büyük sevinçleri de kuşku ile karşılamakta. Diğer boyutuyla, doğal dünyayı eğri büğrü algılama olasılığının endişesine kapılmakta. Bu durum gerçeği, bizi başkaca çağrışımlara ve öteki cephedeki arayışlara teşvik etmekte.

Her birimiz tarafsızlık ülkesine sadık kaldığımızı düşünürüz ama çoğunlukla kendi çıkarımıza odaklanmışızdır. Bireysel menfaatlerimizi öncelemek için inandırıcı gerekçelere başvururuz. Oysa en mikro düzeydeki eşitsizlik bile er geç bizi bulur ve ezip geçer. "Bizler kendimizi diğerlerinden farklı (ve üstün) hissetmeye eğilimliyizdir; üstünlük duygumuz (ne kadar sudan sebeplerden kaynaklanırsa kaynaklansın) kendi kendimizi kösteklememize neden olur."[1] Böylece vurdumduymazlık, yargılama, hiçleştirme, aldatılma nevrozuna mahkûm oluruz.

Vurdumduymazlık, küresel bir enfeksiyon değil mi? “Vurdumduymazlık bireyi ve toplumu büyük tehlike içinde yüzdürür. Vurdumduymazlıklar çoğunlukla maskedir..." [2] Saklamaya çabaladığımız her olgu, örtünen koca tehlikeyi kıyılarımıza vurur. Toplumsallaşan çağ insanı, kendi yaratıcılık ve duyarlılık özelliklerini bir kenara itip, belli yaşamsal kavramları, ilgileri ya da duyguları “istenilen durumlara” uyarlıyor. Böylelikle egemen anlayışın amacına giden köprüleri kurma çabasına kilitleniyor. Öz bilincini, bilinç dışının derinliklerine itip; programlı bilinçlerin ileri sürdükleri ile el ele tutuşuyor. Yani günümüz insanı, önceki zaman insanına nazaran daha kolaylıkla tüketim ekonomisine,  üstünlükçü sosyo-politik ve kültürel planlara uyumlanmaktadır.

Alfred Adler'e bu durumu şöyle özetler: "Doğumsal ya da kalıtsal birçok özellik yalnızca belli durumlara tepki sonucunda oluşur." Kekeleyen de, insan içine çıkamayan da, bildiğini gizli saklı yapan veya aleni yağıp gürleyen de aslında mevcut pozisyona bir reaksiyon veriyordur. Yani, "her özellik, karşılaşılan bir sorunun algılanmasına ve yaşanan biçimine verilen bir yanıttır." [3]  Mesela bir çok gelişime,  gerilemeye, hızlanan eşitsizlik sarmalına, kayıt dışı sömürüye veya emeğin kırpılmasına, kimlikleri horlamaya duyarsız kalmak hali hazırdaki akışa “bağlılık tepkisi” değil mi?  Bir çizgi belirleyip, onun hizası dışına taşmamak doğrusal olana tepki değil mi? Bazen tepkisizlik dediğimiz şey de tepkidir aslında. Ancak bu tepki yararlılık özelliğine sahip değil; vicdanı ilerletmiyor, uyandırmıyor, canlandırmıyor.
Alfred Adler diyor ki: "Yaşam biçimimiz okul, aile, toplum ve devlet arasında yer tutar." Gerçek şu ki, henüz dört/beş yaşına gelindiğinde ideal kimlik ve karşı konulmaz doğrultumuz saptanır ve bu biçimi yapıcılığa dönüştürme olanağı da sınırlanmıştır. Geleneksel kalıplarda hazırlanmış anne babalar, çocuklarını kendi görüşlerine göre eğitir ve onları kendi eğilimleriyle pişirirler. Böylece Ortadoğu’da Ortadoğu düzeni,  Afrika'da Afrika toplumu ya da  Avrupa'da Avrupai yaşam yeşerir. Toplumların inançları, kültürleri, birikimleri bağlıkları, anladıkları ve amaçladıkları, rahatsız oldukları evveliyatından bağımsız değildir. Her birey kendi ezelin başağıdır, toplumun tasarlanan yüzüdür. Savaşa tutum alışımız, barışımız, zorlukları aşma irademiz, hak ve adaleti arayışımız, özgürlük anlayışımız ve niteliğimizin önemli bir kısmı öğütlenen ve de sabitlenen nutuklara uyumludur.

Elbette ki "dünyadaki her şey karanlık ve değişkendir, kesin olarak onlara ulaşmak ve her şeyi bilmek mümkün değildir." [4] Ama koyulaşmış belirsizlik dünyanın başına büyük belalar açıyor.  Bilgece olduğumuzu düşünmek,  görüşlerimize çılgınca tapmak, efsanevi ve kahramanlık yazıtlarına gömülmek çoğunlukla yanılgıyı,  hüznü,  kederi ve hüsranı pekiştiriyor.

Psikoloji ve sosyoloji bilimine göre, her birimizin “olumlu sağaltıcı gücü” en canlı şekilde dışavuruma hazırlanır. Karakterimiz bize miras bırakılmıştır ama aynı zamanda dinamik ve değişkendir. Araştırmalar, insanlar olumlu, pozitif ve mutlu bir görüntü ile karşılaştıklarında farklı(beklenen dışı) kararlar verebileceklerini ortaya koymuştur. Örneğin, "moralimiz iyiyken başka, kötüyken başka davranırız."

William James'e göre; "beynimize farklı türden verilerin işlenmesi yoluyla yeni duygular yaratılır." Varoluş gereği anlam yaratmak, anlamlandırmak kaçınılmaz. Evrim de bu yönlü bizi teşvik etmiyor mu? Kendimizi iyi anlamak, hayatta kalmanın gereği değil mi? Bu yolculukta iyimserlik ise bizi deniz üzerinde tutan can yeleğimizdir. Cesareti canlandıran ve zihinleri çarpık algıdan kurtaran çaba durmaksızın veriliyor; hakikati dikkate alan bu yolculuğun temelleri binlerce yıl önce atılmıştı.

Kim demiş ki emek, özveri, yorgunluk, bedeller boşa gidiyor? Sokrates, Hyptia, Leonardo Da Vinci, Galileo, İsaac Newton... ne olduğumuza dair cesur kararlar ve objektif davranışlar sergilemeselerdi dünya bu hale gelir miydi? Durup bir daha düşünelim...

“İnanmak istediğimiz gerçekleri biz seçeriz.” Unutmayalım ki, “tarih daha doğru olan teorinin eninde sonunda kazandığını tekrar tekrar göstermiştir.”[5]


Yararlanılan Kaynak ve alıntılamalar:

Subliminal [Leonard Mlodinow-(1,5)]

Yaşama Sanatı [Alfred Adler-(2)]

Deliliğe Övgü [Erasmus-(4)]

İnanmak istediğimiz gerçekleri biz seçeriz!
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *