El Ele Tutuşan Gözlerimiz Olmalı!
Yanı başımızda tedirginlik varsa, şiddet meşrulaşıyorsa, kaygı, korku ve mağduriyetler koynumuza girmişse, acı iniltiler uçuşuyorsa kendimizi güvende hissetmemiz mümkün mü?
Yeryüzünün herhangi bir köşesinde, yakınımızda veya uzağımızda susuzluk ve açlık boy gösteriyorsa; mültecileşmişse dünyanın çoğunluğu ve boydan boya akıyorsa göçler sırt üstü uzanıp takıntısız nefes alma ihtimalimiz olabilir mi?
Kıyıya vuran canlar, yanık yüzlü coğrafyalar, yıkıntılı bakışma halleri, geçmişini ve yaşamını terk etmek zorunda kalan sağanak acılar bizi boğazlayan çukuru derinleştirmiyor mu?
Dünya, aç gözlü ve sömürücü cellâtlaşmanın çılgınlığında ölmeye yüz tutmuş. Artık hepimiz mülteci, göçmen, yerinden köklerinden koparılan, kapılarda donan ve ayrımcılığa maruz kalanlarız; hakkımız olana kavuşamıyoruz. Şu sonsuz kâinatta beslenemiyor, koşuşturamıyor, sevinemiyor ve gülemiyoruz. Hümanizmin erdemlerine, toprağa, ağaca, güneşe, durgun ve samimi bir gökyüzüne hasretiz.
Jean Baudrillard: “Kötülüğün direngenliği, saplantısı, indirgenmezliği ve ters enerjisi her yerde iş başında,” der ve bu sosyolojik gerçeği yüzümüze haykırır.
Nietzsche ise ‘Putların Alacakaranlığında,” tüm insanlık değerlerinin ve yaşamsal birikimlerin, kavramların, kurumların dejenerasyona uğraması ve bunların altının boşaltılmasıyla yaşamın törpülendiğini; her şeyin incelikle doğrandığını ve tüm bu etkilerin yaydığı yakıcılıktan söz eder.
Ve şöyle der Nietzsche: “Çökmekte olan yaşam, örgütlenmiş olan her şeyin kaldırılması, yani ayıran, uçurumlar açan, astlar ve üstler yaratan güç, sosyolojide bugün kendini ‘ideal’ olarak ifade ediyor.” Dünya kendiliğinden bu kadar kötü olmadı; organize edilmiş bir düşüş bu. İnsan eliyle profesyonelce hazırlanmış gizemli tuzakta yorgun düşen “insanın yolculuğu” nefessiz sürmekte. İtiraf etmeliyiz ki yoksunluk, gözyaşı, çarpışmalar, ayrışmalara maruz kalmış yeryüzü gerçeği yeniden sahnelemektedir.
Herkes her şeyi, kendini ve yaşamı aldatmaktan, aldatılmaktan yakasını kurtarmak durumundadır. İçimize sinen kramplardan, sislerden ve karartmalardan arınmanın çaresini hep birlikte anlamak zorundayız; hayatın kendi hakikati bize bunu dayatıyor.
Hepimiz, her şey ve herkes yüzleşebilme cesaretine ve gücüne kavuşmalı. Kendiyle, değerler diye inandıklarımızla, yaptıklarımız ve yapamadıklarımızla hesaplaşmadan bedenen ve ruhen iyileşmemiz mümkün mü? Yeryüzünün tüm iniltilerinde, gözyaşlarında, acı çeken her anda ne çok payımız olduğunu kabullenmeden, kötülüğün parçası olabileceğimizi bilemeden yücelen insanlık yolculuğumuz başlayabilir mi?
Doğruda, iyide, adalette ve hakikatte ısrar eden tek bir kişi mevcutsa hayat çekilir olacaktır. Jean Baudrillard: “İnsanlık dışı olandan ya da kötülük ilkesinden yana olan her tavır, bütün değer sistemlerince reddedilmiştir,” der. Kötülüğün karşısına sabırla ve inatla duranların yaratığı anlar belki de en sevilen umutlarımıza kucak açtığımız anlarımızdır.
Hafızalarımız ve vicdanlarımız kendi varlığımızın adaletiyle tazelenmeli. Yeryüzünde bir kişi bile korkunun sancısına tutulmuşsa, küle dönmüşse yürekler, gökyüzünden bir karış bile sömürülüyorsa; suç yazılır hepimize.
Akıp gitmekte olan hayatlardan sorumluyuz; en güzelinden sevinçler, coşkun notalar ve çırpınan baharları şahlandırmalıyız.
El ele tutuşan gözlerimiz olmalı, bulutça uzayıp çoğalan huzurlar, sırıtkan güneşlerimiz, nefesi paylaştığımız mavilikler ve özgürlüğü kaşıklayacağımız dünyayı sevmeliyiz.
Yararlanılan kaynaklar:
Kötülüğün Şefaflığı(Jean Baudrillard)
Putların Alacakaranlığında(Friedrich Nietzsche)