Rengini Unutma Çocukluğun!
Geçmişimize şöyle bir dalıp bugüne serzenişte bulunduğumuz anların ‘güzü’ ne de hüzünlendirir iç dünyamızı. Sıkıştığımızda, sıkıldığımızda ballı tatlı çocukluğumuzun bize renk vermesini ne çok arzularız. Belki hepimiz ara ara düş dolusu çocuklukta buluşmalıyız; dünyanın tozunu yutmadan, dünyanın huyuna ve şekline bürünmeden sevinç çılgını sahnemize dönmeliyiz.
Çocukluk, “ünlenmiş hakikat” ve yüce ruhlu duygulardır. Dert çılgını dünyada zarif ve nezaket dolusu özgürlüktür çocukluğumuz. Kendi kendimizce çocukça söyleştiğimizde utangaç göz beneklerimiz şahlanır. Çocukça sırlarımız, çocukça su taşıyan güneşlerimiz olmalı. Üzülmesin yıldızlar diyen çocukluğun rengini, kokusunu, zihnini başımıza taç etmeliyiz.
Dünyaya il göz açışımız: Kamulaşmamış zekâ, akı pak algılama, adaletli duyguların ve en sevecen şiirin can atışlarıdır. Yeryüzüyle ilk kucaklaşmamız doğru hayata doğru motive edimidir. İlk bakışta anlaşılır görünmese de, evrende ilk yer tutuşumuz her şeye saygının ‘Everesti’dir.’
Ama çok sürmeden eskir çocukluğumuz; bazen ikisinde bazen de üçünde maruz kalırız yaşlanmaya. Çocukluğumuzun yolu, ebediyen boyun eğmek üzere hazırlanmış otoritelerle kuşatılmıştır. Doğduğumuz andan itibaren gözaltındayızdır artık; aile, komşu, mahalle, okul, kurum ve inanç makinesince işlenecek doğal hammadde olarak bekleniriz.
Çevreye uydurma, aileleştirme, okullulaştırma, kurallaştırma, meslek sahibi ve belge sahibi yapılmak uğruna ne çok doğranmaktadır çocukluğumuz ve de masum olan yanlarımız. Belki de çocukluğa tutkulu hasretliğimiz ‘gök kubbenin’ şiirine doyamayışımızdır.
“Dâhiyane bir gelişme” olarak önümüze konulan “öğretmeyle öğrenme” çarkının dişlileri arasında kesilip biçilir ve kalıplara sokulma işlemine tabii oluruz. Böylelikle İnsanın kendiyle, doğruyla ve değerleriyle yaşamda var olma yolları ilk virajda kesilmiş olmaktadır.
Çocukluktan itibaren maruz kaldığımız tüm bu karmaşık ve kalıpçı müdahaleler elbette yağdan kıl çeker gibi olmaktadır; hem de hiç incitmemiş gibi hem her şeyi sana veriyormuş gibi yapıp, senin olan her şeyi alan bir mekanizma ustalığıyla. Bilincinde olmadan benimseriz sahnemize yerleştirilen tüm acıları. Dilimiz, aklımız, duygularımız ve dünya görüşlerimiz bizi mekanikleştiren ve kurumsala döndüren gerçeklik karşısında çaresizdir artık.
Platon’un, Sokrates’in özgür ve diyaloga dayalı öğrenmeleri hayallerimizi, bilimi, felsefeyi ve sanatı büyülerken; düşler ve sonsuz ufkumuz kısıtlama, sınırlama, vasatçı ve basmakalıp müfredatlarla okullaştırıldı. Eğitime, öğrenmeye, kendimizle var olmaya giden yolların tek yönle sınırlanması “kökleşmiş ve kontrol edilebilir esaretin” dikenli telleri değil midir?
Çocukluğumuz, eşit okul eğitimi, eşit çevresel avantajlar ve eşit doğal ortamlardan geçmemektedir. Eşitsizlik her an, her aşamada, her etkileşimde ve tüm kavrama çabalarımızda hastalıklı dokusu ile varlığımızı bozmaktadır. Bizi ayrıştıran, köklerden utandıran eşitsizliğin dağıtıcı gücüdür. Eşitsizlik akıllıca uydurulmuş masalarla mutsuzluğun mutluluğuna ikna eder. Ve çocukluktan kovulduğumuz andır eşitsizlik.
Aslında bizler hiçbir gücün müdahalesi olmadan konuşmayı, düşünmeyi, sevmeyi, hissetmeyi, oyunlar kurmayı, kendimizi korumayı, üretmeyi ve var etmeyi biliriz. En iyi öğrenci olmayı, öğrenmenin pırıltılı sonsuzluk olduğunu, bilmenin bilmemek olduğunu kavradığımızda gerçek çocukluk ritmini tutturmuşuzdur zaten, hem de çocukluğumuzla eğlentileri canlı tutarak!
Umudu değerli kılan, insanı seven, eşsiz buluşlarıyla karanlığa inat aydınlığı yayanlar, çocukla iş birliği yapanlar özelsiniz.
Bin yıl karanlıkta yürümesini bilir doğru.
Rengini Unutma Çocukluğun her şey orda sahnelenmektedir.
Şimdi izninizi alıp gideyim çocukluğuma.
Hepsi bu!