Davet Ediyorum, Burada Yatıyor Hayat!
Özgürlüğüne kavuşmak istiyor göğsümde bir hurda demir! (Alaine Bosquet)
İnsan şöyle bir ayağa kalkıp avazı çıktığı kadar bağırmak, yüreğini coşkuyla ortaya döküp derininde birikenler duyulsun ve bilinsin diye şuursuzca gökyüzüne tırmanmak ister. Ve çoğu zaman zihnimizi yumruk yapıp kötülüğe indirmek isteriz. Ama hangimiz bu kadar cesuruz ki? Hangimiz bu çığlıktan ve çağrıdan payımıza düşeni yadsımaya hazırız ki? Bizim bizden yalıtıldığı, herkesin her an sıradanlaştırıldığı ve tüm içsel birikimlerimizin viraneye döndüğü bu buzul hayatın zemininde…
“Bir bayrak yarışı gibi, amacı ve sonucu olmayan bir bayrak yarışı; yaşamı elimize tutuşturup söylenen şu: Koş bununla, yirmi ya da yetmiş yıl. İnsan ne olduğuna bakmaksızın koşar, koşar ve bayrağı diğerine verir. Biri bunun amacını soracak olursa söyleyecek neyi vardır?” Max Frisch, “Sessizliğin Yanıtı” kitabında manası, amacı olmayan ve içimizdeki varoluşun susturulduğu alın yazımızı böyle özetliyor bize.
Sanki her şeyi, yerli yerinde ve dolu dolu anlamışız da, ‘bilme kibriyle’ yalpaladığımızın bilincinde bile olamıyoruz. En ucuz, en kısa, en basit inişleri seçerek hayatı kendimize ne çok güldürüyoruz, değil mi?
‘Başaramamış olmanın başarısı’ ile ne de övünürüz. Kendimize karşı samimiyeti yitirmenin ecel terleri ile sahte düellolarla çıkış arar; ve bu acizliğin girdabında boğulup, külleşiriz. Kendimizin sahtesince, dünyanın, hayatın ve güzelliklerin sahtesince hemencecik yutulduk; sahteliğe su taşımaktan topuklarımıza kadar kamburlaşmış ruhumuz ne de çok inliyor. Sahte bilinç çılgını bizler, duymazdan geliyoruz gerçek dünyayı!
Neden yağmurda, karda, ormanda, gecede kendimizle baş başa verip dürüstçe söyleşmiyoruz ki? Neden viraneye, yıkıntılara, yokluklara, sömürüye maruz kalan doğanın çığlıklarını ve insanın yasını itiraf etmiyoruz ki? Neden kendimize kulak verip, mucizevî ve kusursuzca şahlanan kalbimize yol almıyoruz ki?
Ne çok boyun eğiyoruz içinde gülme, saflık, hayat ve özgür şafakları olmayan şeylere? Boynumuzu eğeceğiz tabi ki; hayatın sadakatine, ıslık çalan neşeye, hiç susmayan özgürlüğe, bizi canlandıran başağa, uçsuz bucaksız adalete ve yaşamı yorumlamadan yenileyen sevgiye boyun eğerken gökyüzüne güneşleri de dizeceğiz.
Neden silkinemiyoruz fukaraca hırslardan, neden maddiyatçılığın egemenliğine ve hükmetme kokuşmuşluğuyla müttefikiz? Hayatın meşalesini tutuşturamamanın acizliğini baş tacı ediyoruz belki de. Ya da vicdanımızı aldatıyoruz kurnazca. Çaresizliği, zorluğu, öfkeyi hissettiren belki de ‘kendimiz olana’ koyduğumuz yasaklardır.
Yaşamdan kaçışımızı ve hakikate sağır oluşumuzu taşa, patikaya, ağaca ve buluta itiraf etme gücüne erişmeliyiz; “bilmeliyiz ki hayata bir kez geliyoruz, bir daha dönüşü ve tekrarı olmayacak şekilde...”
Max Frisch, bizim için sözcüklere dokunuşunu sürdürür : “Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir.” Zor, güç, çaresizlik, yıpranmışlığın bolca olduğu ve kendimizi yetersiz hissetliğimiz anlarımız hiç noksan olmayacak.
Karanlık, kusursuz gücüyle varlığında her an öğütürken bizleri, direnen ruhları sezebilen öngörülerimiz olmalı. Yüzümüzü göklere çevirip yıldızların yaramazca dansa hazırlandığını görelim. Ümidi üfürelim sıkılmadan; hayatın soyulduğu, canlılığın ve eşitliğin çürüdüğü gezegende en kuytu köşelere ve ücra yenilmişliğe umutlu ezgileri mırıldayalım.
“Sevgili ölüm henüz yaşamadım!”
Kocaman olmalı hayata dokunan gülücüklerimiz.
Seyre daldığımız şahane dünya uyan; hayatın tüm kibar kıvılcımları içimde ışılda.
Kocaman ve narin zihnim alevlen masumca.
Ve dünya yargılama beni dansa tutuşalım bir süreliğine!
Yararlanılan Kaynaklar:
Sessizliğin Yanıtı (Max Frisch)
Söyle Alalin (Alain Bosquet)