Hiçbir Yarın Kimseye Garanti Edilmedi ki!
“Kendiniz de keşfedebilirsiniz, düşündüğüm şeyi.” Viginia Woolf
Hayat o adar küçük şeylere bağlı ki! Bunu kavramak için isteğimiz dışında maruz kaldıklarımıza dönüp bakabilmek yeterlidir. Çimenlerin, bulutların, küçük canlı taneciklerin, turunculaşmış gökyüzü, hızla geçen bir güvercin veya toprağa inanarak uzanan her kök hayattaki bağımlılığı bize yansıtmıyor mu? Güçlü, kuvvetli olduğunu sandığımız her şey, duyamadığımız minnacık kırılganlıklarla gerçekleşmiyor mu?
“İnsan nedir ki? En ufak bir sarsılmayla, en hafif bir çarpmayla kırılacak bir cam vazo. Narin, çıplak, savunmasız ve başkalarının yardımına muhtaçtır. Fortuna (talih)’dan gelecek bütün darbelere açık,” der Seneca. Aslında koca imparatorluların yıkılması, her şeyin ölmesi, bir savaşın başlaması, kocaman felaketler için bir saniye yetmez mi? Oysa biz her şeyi hesaplayarak gerçekleştirdiğimize canı gönülden inanırız. Hiçbir an, hiçbir mevsim ve hiçbir yarın için kimseye garanti edilmedi ki!
İnsan, hayatına neyi adamışsa odur veya toplumsal şartlanmışlık resminin şablonunda kendi talihini çizer. Kimisi bir müziğin tellerine, kimisi dağdan esen ezgiye, kimisi toplumcu erklere, kimisi inançlara, kimisi korktuğu veya kimisi hayranı olduğu durumlara yönelir. Bazımız ezberleri veya risksiz kolaycılığı; bazımız ise dönüşümüne şahit olduğumuz ve üretimine katkı sunabildiğimiz değerleri kendimize şiar ediniriz.
Pascal Quignard, “Sarayımsa şuracıktaki söğüt, akıp giden su, akbalıklar, kayabalıkları ve mürver çiçekleridir, “ derken yaşamın raflarında tutulması gerekeni nasılda özetliyor. Batan güneşin ellerine vuran ışığını altına yeğlediğini anımsatır, Quignard; “Boğulan sizsiniz. Bu yüzden ellerinizi uzatıyorsunuz. Sular boynunuzu aştığından mutsuzsunuz, başkalarını da batırmak için dibe çekmek istiyorsunuz.” derken, hepimizi samimiyete ve yüzleşmeye davet eder.
Cömertçe ve mütevazılıkle kendimizle konuşuyor muyuz, tartışıyor muyuz adilce? Mesela zihnimizi, duygularımızı, ufkumuzu ve ruhumuzu boğan şeylerle cesurca çarpışıyor muyuz? Yoksa korkuyla benimsediğimiz tüm yaşam dışı öğretilere uyumu ve bağımlılığı hep tazeliyor muyuz? Ya da “gölgelere” saman alevi tepkileri çoğaltarak mı manipüle ediyoruz yıkıklığı. Böylece parça parça ve istemsizce, kırılgan ve çürütücü tuzaklara boyun eğiyoruz; o anda yeryüzünün tüm zevklerine elveda deyip uzaklaşmak nasip oluyor bize. Oysa her şey mevcuttu insanın hayat masasında.
Ne isteriz ki? Neysek, ondan isteriz aslında. Mesela bir yaşlı kadın hüznü, doğayla el ele çocuk portresi, sessizlik, küçük sarı mutluluk, ressamın fırçasından çıkan sanatsal bir dokunuş veya gizemli bir umut. Satrancın en doğru yerine koymak isteriz sanatsal vazomuzu, üstüne karanfilleri ve havada uçuşan sevgileri resmetmek isteriz. Yaşandıkça eksilmeyen ve dağıldıkça çoğalan veya hayat buldukça büyüyen tek şey: sevgiyi canlandırmak ve en güzel özgürlüleri buradan büyütmeye muhtacız.
İrkilmeden, uşağı olmadan korkunun; doğruluk, iyilik, dostluk ve erdemliliği kalbimizde bilemeliyiz. Usanmadan, titremeden ve sallanmadan “dünyanın bütün sabahlarının” kayığında uçmalıyız.” Zor olmalı özüyle barışık olmak, özünün kendi hakikatine saygılı olmak. Ama hangimiz öfkenin, kibrin, egonun, çatışma, sömürü ve eşitsizliğin acısına maruz kalmıyoruz ki!
“Hepimiz görünmez bir şeyin peşindeyiz aslında;” bize yasaklanan, günah sayılan, suç bilinen, söylenmesi abes kaçan ve zor olan ruhsal hazine avcısıyız. Gizlesek de saklasak da insani mucizenin kulelerine giden doğruluğun hayranıyız.
Doğru davrandığımız halde başımıza gelenlere dair sürekli hayal kırıklıkları ile allak bulak oluruz. Doğru yaptığımızda, iyi düşündüğümüzde, gerçekçi planladığımızda hemencecik müthiş şeylerle karşılaşacağımızı umarız. Unuttuk mu? “Bu gün geçmişte, yarın ise şimdi de büyütür kendini.”
Yaşadığımız zaman sürecinde kısa zaman diliminde ödüllerin, sevinçlerin, başarı, özgürlük ve refahın hemen bize doluşacağı yanılsamasına kapılırız. Oysa başımıza gelenlerin sadece bizden kaynaklanan şeylerle sınırlı olmadığını, “yaşamın kaçınılmaz deneyimi” bize defalarca kanıtlamıştır. Seneca’nın deyimiyle, bu kadar iyimser olmaktan vazgeçersek, o kadar öfkelenmez ve hayal kırıklığı yaşamayız. İsteklerimiz her zaman gidip gidip “gerçeğin duvarına” çarparken; kızgınlık, kırılganlık ve tepkimizi gerçekle uyumsuzluğunda sorgulamayışımız ne kadar iç acıtıcı.
Hepimiz kibirli ve bencil büyütüldük için kendimize uygulanmasını istemediğimiz “ahlaksallığı” başkasına uygulanmasını “aşırıca savunduğumuzun sloganını” attırıyoruz. Böylece ayaklar altına aldığımız yeryüzünün yaratıcı tüm zihinleridir.
İnsan onuru, erdemi, insancıl değerler dediğimizde ne anlaşılıyor ki? Kendi hakikatine ihanet etmeden doğal yasalara uyumlu; herkes için eşitçe yaşanılır bir dünya; kimsenin coğrafyasına, kimliğine, cinsiyetine, rengine, inançlarına ve tercihlerine üstünlük taslamadan; canlının zorunlu ihtiyaçlarına saygılı; doğal varoluşu sentezleyerek ve kolektif üreticilik ve de paylaşımcılıktan başka nedir ki?
Unutma: Yaşam acımasız olduğu ölçüde güzel, tıpkı avlarımız gibi!
Yararlanılan Kaynaklar:
Dünyanın Bütün Sabahları (P.Quignard),
Felsefenin Teselisi (Alain De Botton)