“SENİN OLAN” HER ŞEYİ TERK ET!
Bilerek ya da bilmeyerek kendimizin ve tarihin kötü birer muhasebecisi durumundayız. İnsan kendinden kaçtıkça ve kendinin varoluş gerekçelerinin aksine yön tutturdukça; doğal işleyiş kaidelerinin zihinsel hesabını tutamayacak düzeyde zayıflığa düşer. Hor gördüğü, küçümsediği, kaile almadığı her doğal devinimin yıkımına maruz kalır. Unutmamak gerekir ki,” hayatta ve zamanda tesadüf yoktur.” Tüm bu deneyimleri” yağmurla yağan kar” misali hafızadan bir çırpıda eritmekle korkak, düşkün ve öngörüsüz bir ruhu palazlıyoruz.
Hayatı tek katmanda algılayan “egemenci yanılgımız,” ikilemin hilekârcı algısında gerçeğin önünü ve sonrasını göremiyor. Birlik olmak, bütüncül ve toplumcu tacı takmaktan imtina eden ve de kendi doğasını inkâra kalkışan tüm zaman insanları ıstıraplara mecbur kalmışlardır.
Doğrusal etkileşimleri, yatay birliktelikleri, çıkarsız dayanışmaları ve içsel arzuları ekarte ettikçe; akılcılığın, bilimin, adaletin, hakça paylaşımın ve öz gücün ölümü gerçekleşmekte. Bir yandan da aldatıcı kurgularla “aşkıncı bilinç” ve insancıl canlılığımız kafeslere servis edilmekte. Aç gözlülük, çarpık, yanıltıcı ve “benci” anlayışın binlerce etkisi özümüzdeki erdemi peyderpey aşındırmaktadır.
Anlamak yerine yargılamak, aktifliktense pasifleşmek, dönüştürmek yerine tüketicilik, kolektivizm yerine bencillik hevesi tüm güdülerimizi ve duyarlılık tepkilerimizi de pasifize etmekte. Boyun eğdirmeyi zafer sayan; şiddet, baskı ve nefretçilikle bütünleşmeyi marifet bilen zihniyet hepimizi buna inandırmaya ahdetmiş sanki. Ne yazık ki fethetmek, ele geçirmek ve kendine mal etmek üzerine kurulu olan bu düzen tarihte hiç rastlanmayacak kadar savaş, acı, ölüm, yıkım ve de sömürüye imza atmıştır.
İnsanlar, toplumlar ve küresel tüm halklar yanlışlıkla yanlışa itilmedi. Yaşamcı ölçü ve değerlerin ikinci plana itildiği, “sahip olma” palavrasının örgütlendiği, “kazanç-kâr-mülkiyet temelleri üzerine inşa edilmiş toplumda buna uygun sosyal karakterlerin de yaygınlaşacağı ve çoğalacağı aşikârdır.” Böylece kamusal, toplumcu, ekolojik ve yaşam öncellikle taleplerin buluşmasının ve cesaretlenmesinin önü de kesilmiş olmaktadır. Sonuç olarak, insan daha iyiye, daha yüce ve fedakârlığa ulaşma şanslarını yitirmiş olacaktı…
Ama insan öğrenme-anlama- kabullenme ilkesinin doğallığından hareketle “olumsuz güdülerin beslenmeyip, desteklenmediğinde olumlu güçlerin gelişip, filizler vereceği” gerçeğinin bilinicine ulaştı. Ve insan bu güzel yaratıcı değerlerin bastırılmasına; metacı-endüstriyel ve dışa dönük çarkın çelişkisine tepkilerini koydukça, tepkiler bireyleri aşarak örgütlülük ve kurumlara dönüştürüldü.
İnsan güvenli, sağlıklı, eğitimli, nitelikli, akla ve bilgiye dayalı ve de toplum çıkarcı hayatın doğruluğuna ikna oldu. Ondandır ki devletleri, uluslararası kuruluşları ve devletler içinde ise ortak kurumlarını oluşturdu. Tehlikeye, kötülüğe, sele, depreme, yangına ve tüm doğal afetlere karşın kurumlarına yetki ve sorumluluk atfetti. “Yaşam hakkından daha değerli ve daha kutsal hiçbir şeyin olamayacağının” ortak iradesi evrensel değerlerin tepesine kondu.
Bilimin ve bilim insanların uyarı ve ön görüleri, 6 Şubat’ta 11 ilde aynı anda şiddetli bir çok deprem yaşanmasıyla doğrulandı. Bir anda milyonlarca insan çaresiz, etkisiz, güçsüz, evsiz ve yiyeceksiz kaldı. Yüz binlerce insan enkaza maruz kaldı, resmi rakamlara göre 50 bin insan can verdi. Deprem yaşayan ölüler doğurdu. Elbette depremin etkisi, yıkıcılığı, geniş alanda gerçekleşmesi katkı alanımızı sınırladı. Bu depremin psikolojik, sosyal, pedagojik, yaşamsal, kültürel ve iktisadi travmalarını mevcut tedbirlerle ve belirsiz uygulamalarla tamir etmek konusunda toplumun çoğunluğu olumsuz kafa sallıyor.
Japonya’da veya Şili gibi deprem ülkelerinde bu şiddetteki depremin bu derece olumsuz sonuçlar doğurmadığı apaçık ortada. “Depremin değil, tedbirsizliğin öldürdüğü,” tezi bir kez daha kanıtlanmış olmuyor mu? Yerinde ve zamanında müdahale edilmediğini gördük ve hükümet yetkilileri de bunu yumuşaklıkla itiraf etti. Doğal afetlere hazırlıksızlık, yetersiz alt yapı, profesyonel kadroların olmayışı, müdahale edecek teknik araç ve donanım eksikliği, çarpık kentleşme, imar rantı, inşaat deformasyonu, depremzedelerin güvenle tahliye edilecek alanların olmayışı neleri kaybettirmedi ki! Sosyal kurumlar, vergiler, bütçeler yaşam güvenliğimiz, güvenceli bir gelecek, eşit ve de adaletli bir düzen için tasarlanmadı mı?
Cesurca, objektif bir anlayışla ve hızla altında kaldığımız bu enkazdan dersler çıkarmak zorundayız; insan, yaşam, doğa esaslı zihniyeti kendimizden başlayarak yüreklilikle çoğaltmak zorundayız. Tüm kurumsal işleyişlerin bu esaslar çerçevesinde, belli bir zümrenin çıkarlarına göre değil; toplum çıkarcı, kamusal, nitelikli ve kolay ulaşılabilir hizmetler üretmesini sağlamalı ve denetleyici hakkımızı kullanmaktan itina etmemeliyiz. İyi, doğru ve güzel olan şeyleri savunmaktan tasarruf edemeyiz. Haklarımıza sahip çıkmadığımızda, eziyet çeken dünyaya biz de razı gelmiş olacağız.
Ama depremle birlikte takdire şayan ve asla unutulmayacak şeyler de gerçekleşti: Toplumun tüm kesimlerinin insani yönleri fışkırdı, muhteşem bir dayanışma duygusuyla deprem bölgelerine yürekler aktı. Barışçıl ve samimi işbirliği, özveri, paylaşma ve de hayatlara dokunmak için sınırsız enfes bir enerji üretildi. Hayranlık uyandıran motivasyonlar, güçlü sevgiler, korkusuz dokunuşlar hepimize ümit oldu.
Bu depremin etkilerini aşabileceğimizin umudunu ekenlerle birlikte, el ele vererek; sorunlarımızı ortaklaştırarak, hüzünlerimiz ve acılarımıza sahip çıkarak aşabiliriz;
Fromm’un belirttiği gibi; eğer insanların gelecek konusunda bir tasarımları varsa ve bunun gerçekleşmesi için nelerin yapılacağını biliyorlarsa, cesaretleri artar ve motivasyonları korkularının dağılmasına yol açar.
Evet, geleceğin dünyasına coşku ve mutlulukları taşıyabileceğimizin sinyallerini bu depremde çokça aldık.
Unutmayalım: “Biz sadece bugünden değil, gelecekten de sorumluyuz.”
Yaralanılan Kaynaklar:
Sahip Olmak Ya da Olmak (Erich Fromm)
Devlet (Platon)
Mirdad’ın Kitabı ( Mikhail Naimy)