Hayat Yadsınarak Bilge Olunmuyor!

YAYINLAMA: 12 Haziran 2024 / 00.00 | GÜNCELLEME: 11 Haziran 2024 / 13.47

Hayat biz planlar yaparken başımıza gelendir,” bilgisi çokta yavana atılamaz. Başımıza gelen her durumun alt yapısı ve tarihselliği de göz ardı edilemiyor. Yaşanmamış hayat hissi, yapmak istediğimizle pozitif ilişki içinde olmalı. Nietzsche diyor ya, “hayat ne kadar yaşanmamışsa ölümden o kadar korkarsınız.” İnsanın hayatla olan alışverişinde arzuladıkları veya umut ettikleri küçüldükçe; elde ettiği veya hayatta buldukları kendisini ürkütür, hedef tartısı her seferinde umduğunun altına düşer.

Sonra dönüp geriye bakar, ardında kalanın (yaşanmamışlığın) boşluğuna düşer; böylece “O” dağılır, aynı denklemin kuyusuna saplanır.  Kalbinin son atışıymışçasına güçlü düşlerin ve sevinç damarlarını ve de mutluluk yollarını tıkadığı melankolisi ile hayatı frenler; bariyerleri ve engellerini yükseltir. Yalom’un dediği gibi: “Dağılan şey algılamaz ve algılanmayan şey bir hiçtir.”

Rosa Luxemburg, tüm bu karamsar gidişatları teslim alır ve direnci ile bize yol haritasını sunar: “Hayat uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar yumağı, garip, acı verici, karanlık,” yanları ile yeni bir yaşama başlama cesaretidir. Karanlıklarını gömme, ölüsünü kaldırma yeniden hayat pınarlarını akıtır ve bu bizim kendimizle olan kavgamızdır. Her türlü değişim ve dönüşümü, her türlü yeniyi, her türlü keşfin yol verdiği heyecanı törpüleyerek şimdiyi ve geleceği boğuyoruz. “Olasılıkların yolunu kapattıkça hayatımız da o kadar küçük, önemsiz ve kısa olacaktır,” diyen Yalom, varlığımızın sürdürülebilirliği için yeni başlangıçların özgürleştirici sihrini deneyimleriyle aktarır.

Dünyayı, “dünyanın kalbinden nasiplenmemişlerin” öğreti ya da sözleriyle bilmektense, yolculuğumuz ve gözlerimizle görerek netleşmeyi sağlamalıyız. Sıcak yazdan sonra sert kışın geçeceğini bileceğiz, demir atılan limanların fırtınaya tutulduğu zamanlarına da tanık olacağız. Yaşam, altın çağını kişinin niyetine bırakmayacaktı;  kendini anlamlandırmak için bizlere şans tanıyacaktı. Yaşam yalvarmaz; iyi eğitilmiş dalgaları ile sadık ve sağlam, kaya gibi sert ve boyumuzu aşan derinliği ile kendisini yeniye ve açık olana aktaracaktır.

Küçük ve cılız çeneli insanlar “yüksek mevkileri” ele geçirerek onlarca asırdır bilinçsizlik ve kayıtsızlığı öğütüyorlar. Karşılık bulan öğüt, “hayatsal estetiği” berbatça büküyor. Makinesel zincirleme enformasyonlar(bilgi) güzel ya da çirkini, iyi ya da kötüyü, doğru ya da yanlışı ölçmede bulanıklığı normatife ediyor. Bu “değersizleştirme salgınının” fikirleri allak bullak ettiği karmaşık evrede, Jack London prensibi devreye girer: “Hayatı sonuna kadar yaşamayı sağlayan, fiziksel ve ruhsal sağlığa faydalı olan her şey iyiydi ama hayatı bize zindan eden, bizi inciten ve ilerlememizin önüne geçen her şey kötüydü.”

Hepimiz sıradan birer canlıyız, dokunulmak, anlaşılmak, güvende olmak, hoşnut olmak istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz? Niye mutluca bütünleşmek suçlanıyor ki? Kahrolası savaşlar, sömürü, kölece çalışma, eşitsizlik, doğa yıkımı, ayrımcılık; sevinç, coşku, neşe talebi kadar suçlanmıyor. Mutluluk talebi, özgürlük iradesi, sevgi üretme çabaları, kolektivizm, öz üretim ilişkileri alay konusu ediliyor. Oysa bu dışlanan, alay konusu edilen, küçümsenen değerler absürt değil hayat kürsüsünün dili, sesi ve ilkesidir. “Ölülük halini” kutsama ve (beklentisiz) yıkıma alıştırılıyoruz. “Oysa yaşam, sürekli doğum ve kesintisiz gelişme” değil miydi?

Psikoterapi klinisyenleri, “insanı doğal olarak iyileştiren ve kendini yenileme ya da iyileştirici özelliğin kuram ya da fikirlerle değil, ilişkinin sinerjisi ile açığa çıktığını fark etmişlerdi.” Hepimiz yeni ilişkiler ve yeni başlangıçlarla daha başkaca seçimleri ve özerkliği sağlayabilir, hatalı gidişatları doğrultabiliriz.

Küçücük dünyamızda (buna dünya denirse tabi) her şeye başkasının öğretisiyle bakmanın nefessizliği içindeyiz. Ayrılmışların gözü, zihni, algısı veya beklentisiyle köşe başlarımız döşenmiş. Bu profesyonel kuşatma, farkındalık ve yatay tüm değer çağrışımlarımızı sus pus ediyor. Doğamız ağlıyor.

 Hayat yadsınarak bilge olunmuyor. Hayat naftalinlenip kutuya saklanılacak bir nesne değil. Hayat ile birlikte onun formlarına tabi olunarak yola çıkılmalı. Hayat mahkûm edilerek geliştirilemez. Varoluş formülünü ve akustiğini yitiren toplumlar ağacını yitirmiş ormana benzer.

Bilgi de, bilim de, sanat da, kültür de, özgürlük de, adalet de, doğru ve yanlış da sabit(stabilize) kalmıyor. Her çağ hiçbir doğru ve gerçek bilgiyi kirletmeden yeni donanım, farklı değer gücü, yeni sonsuzlukta izini sürer. Burada bize düşen ise iyi ve doğrunun atomları olmak…

Evet egemen enkaz üstümüzde; ama tek tek ve de birlikte bilimin, sanatın, doğallığın, uygarlıkların birikimiyle aydınlığın sızacağı kapıyı aralayabiliriz. “Ölmek konusunda en çok neden korkuyorsan,” sorusuna Marx’ın cevabı, “Gerçekleştiremediğim onca şey,” olur.

Hayatı kendimiz ve başkaları adına iyileştirmeliyiz!

 

 

Kaynaklar ve Alıntılamalar:

Güneşe Bakmak (Irvin D. Yalom)

Kötülüğün Şefaflığı (Jean Baudrillard)

Sevgiliye Mektuplar (Rosa Luxemburg)

Uçurum İnsanları (Jack London)

Hayat Yadsınarak Bilge Olunmuyor!
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *