Kalp ve Zihin Birlikte Direnmeli…

Yeryüzünün mevcut düzeni, her hücremizi kuşatan ekonomik-politik sistemin baskısıyla bizi tek bir yöne, yani anlamsızlığa sürüklüyor. İnsan doğası tahriş ediliyor. Öz istenç, samimiyet ve içtenlik mekanik çarklarda ufalanıyor. Bezgin bir hayalete çevriliyoruz.
Her yandan çarpan karanlık, yaşamı unutturuyor bize. Duygularımıza kapılarımızı kapatıyoruz. Ondandır ki, ilkelliğimiz can çekişiyor. Doğal iyimserlik, sokaklarımızı dolduracak bilinç, gözlerimizi parlatacak heyecan sömürülmüş durumda.
Bugün artık “çağsal köleliğe” alıştık. Ayaklarımızın altındaki güvenli dallar birer birer koparıldı. Umutlarımızın kökleri kurutuldu. Bu yüzden ağlayan ormana, ilerlemeyen suya, kapatılan göğe bakamıyoruz.
Eskiden işgaller cephelerde ve topraklarda olurdu. Oysa günümüzde işgaller, yer ve zaman tanımıyor; kötüsü hiçbir reaksiyonla karşılaşmıyor. Şimdiki işgaller görünmez: Bilim ve teknoloji “gelişme” adı altında, eleştirel düşünceden uzak tekdüze bir hale dönüştü. Algılar otomatiğe bağlandı, duygular ufalıyor.
En büyük çelişki de burada: Okuryazarlığın, akademik unvanların, teknolojinin bu kadar yaygın olduğu bir çağda, özgünlük ve özgürleşme bu kadar az. Kariyer, statü, konfor kurnazca kurulmuş bir tuzağa dönüşmüş. Sanayi, teknoloji ve bilginin devasa yaygınlığı söz konusu iken; eleştirel düşüncenin bay pas olması can yakıcı.
Oysa bilge, bütün avantajlara rağmen kimsenin üzerine çıkmamayı seçer. Sokrates’in dediği gibi: “Ömrüm yettiği sürece, soluk aldıkça ve aklım başımda oldukça felsefeyle uğraşmaktan (anlam ve neden üzerine düşünmekten) vazgeçmeyeceğim; tanıdığım herkese doğruyu anlatmayı sürdüreceğim.”
Bilgeler kimseyi memnun etmek için yaşamadılar. Çünkü herkes tarafından sevilmeyi beklemek, gelişimin önündeki en büyük engeldi. Topluluk içinde çoğunluğun düşüncesinden kopamayan insan, otoriteye karşı sorgulamayı da haddinden sayar.
Topluluk içindeyken; hele ırkta, inançta, cinsiyette tekleşen(uzlaşan) bireyler çoğunluğun düşüncesinin dışına çıkamaz.
Şüphe uyandırmadan yaşamak, dışlanmamak için “davranılması gerektiği gibi davranma güdüsü,” öyle alt yapısız, yüzeysel bir tutum değildir. Her toplumun gizli ittifakları, sessiz yargıları ve tanımlanmamış yasaları inceden işlenir ve gerekli lüzum üzerine boylanırlar.
Binlerce yıldır mikro düzeydeki kabulleri sorgulamak bile saldırı olarak görüldü. Sağduyu ve duyarlılık kaybolunca, Antik Yunan’dan bugüne kuşkular bastırıldı. Bu süreçlerde eğitim, medya, iletişim ağları hakikati ne ölçüde sundu? Bu soruyu hâlâ sormak zorundayız.
Alain de Botton’un dediği gibi: “Toplumun baştan beri bir hata içinde olmasını tek bizim fark etmemiz imkânsız gibi gelir. Olup bitene dair kuşkularımızı bir an önce yok sayıp, sürüyü takip ederiz.” Çünkü üst akıl, eksiklik ve güven yitimi duygusunu bize yedirmiştir.
Oysa insana en zor koşullarda bile seçim imkânı doğar. Düşünmek ve hissetmek çaba ister; kalp ve zihin birlikte direnmelidir. Uyanmaya istekli ruhu susturmamalıyız.
Hayatın içindeki güçlükleri elbette yaşayacağız; kim yaşamadı ki? Kendini bilgeliğe, erdeme, hakikate ve eşitliğe adayanın yolu ne zaman kesilmedi ki?
“Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.” Acının, hüznün, sevincin ve anlamın olmadığı hayat da kör ve topaldır. Doğayı, doğru hayatı, kötülüğü ve hakikati kendine ideal edinenler, hayatlarının son anlarında bile bir şeyler anlamaya-anlatmaya çalışmıştı. Dünya, rahatsızlık duyanlar çoğaldıkça iyileşir.
Bugün kafamızı, ruhumuzu, vicdanımızı toparlamamız şart.
Hasan Hüseyin’in dizeleriyle bitirelim:
“Kan mı var ellerinizde, yoksa çiçek mi – uzattın da görsün dünya – gerçekten insansanız…”
Yararlanılan Kaynaklar ve Alıntılar:
1. Sokrates – Platon, Apologia (Sokrates’in savunması).
2. Seneca – Seneca, Mutlu Yaşam Üzerine
3. Alain de Botton – Felsefenin Teselisi
4. Hasan Hüseyin Korkmazgil – Filizkıran Fırtınası
