Think out of the Cave: Mağaranın Dışına Çıkmak (1)
KALIPLARIN DIŞINDA
İlk çağlardan beri filozofların tartıştıkları konuların başında gerçeklere ulaşmada duyu organlarımızın güvenilir olup olmadığı sorusu gelmiştir. Teolojik eksenden akılcılığa doğru yolculuğunda insanları hem birbirlerinden hem de diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği, sahip olduğu bilinç düzeyine bağlı olarak sürüden farklı olma hali olmuştur. Aklını kullanabilmek, cesaretini gösterebilmek ya da skolastisizmin kalıplarına hapsolmak…
Kim kalıpların dışına çıkma cesaretini gösterebilir ki!...
Toplum bir mağara olarak kabul edilseydi, biz bu mağarada kalmak mı yoksa dışına çıkmak mı isterdik? Her iki soruya da olumlu cevap verecek okuyucularımız tabii ki olacaktır. Peki eğer mağarada ellerinize, kollarınıza, bacaklarınıza prangalar bağlanmış olsaydı cevabınız ne olurdu? Sanırım bu sefer “evet dışarı çıkmak isterdik” diyenlerin sayısı artıyor olacaktı.
Gelin, öncelikle Platon’un Devlet adlı eserinin 7. Kitabında anlatılan mitosu özetleyelim:
Platon’un Mağara Alegorisi
‘İçinde hem aydınlanmış hem de aydınlanmamış insanların yaşadığı bir mağara düşünelim (!). Bu insanların hepsi çocukluklarından beri yerlerinden kımıldamayacak ve burunlarının ucundan başka bir şey görmeyecek şekilde ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olsunlar. Tutsakların hemen arkasında dimdik bir yol olduğunu, tutsaklarla yol arasında ise bir alçak duvar olduğunu ve arkalarında yüksekçe bir yerde ise büyük meşalelerle ateşin yakıldığını düşünün. Bu duvarı kukla oynatanların (sihirbazların, illüzyonistlerin ya da şaklabanların) seyircilerle kendi aralarına koydukları bir sahne olarak tasvir etmeye çalışın. Böyle bir sahneyi zihninizde canlandırabiliyor musunuz? Evet diyorsanız devam edelim. Bu alçak duvarın hemen arkasında ise “ellerinde türlü türlü taştan, tahtadan yapılmış araçlar, hayvan ya da başka şeylere benzer kuklalar taşıyan” insanların bazılarının konuşarak bazılarının ise susarak geçtiğini hayal edin. Bu tutsakların; karanlık içinde, sınırlı şekilde, hayatları boyunca mağarada zincirle bağlanıp başka bir şey görmediklerini, duymadıklarını ve bilmediklerini aklınızdan çıkarmayın. Bununla birlikte tek bildikleri şeyin beş duyu organından gözleriyle görüp kulaklarıyla işittikleri gölgeler olduğunu da unutmayın.’
Bu metaforun en can alıcı sorularından birisi şu: Tutsaklardan biri zincirlerini kırıp o kasvetli mekanın tehlikelerle dolu dik çıkış yolundan dışarıya adım atma cesaretinde bulunup bilinmezliğine doğru yelken açabilir miydi? Şu bir gerçek, böyle bir şeye cesaret eden kişi her şeyden önce duyularının yanılsamasından dolayı yaşayacağı şaşkınlığın ardından arada aracı olmadan kendi başına deneyimleyeceği aydınlanmanın göz kamaştırıcı gücüyle hakikati keşfedip kendisini tanıyacaktı…
Bir de düşünün ki tutsağı mağaradan çıkarıp güneşin aydınlattığı bölgeye sürükledik. Gün ışığına yaklaştıkça tutsağın gözleri daha da kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Sorgulamaya ve düşünmeye başladı. Eski günlerini hatırladı. Descartes’çı bir tutumla düşünerek var olduğunun farkına vardı, mutluydu şimdi, artık ardında mağarada kalan eski arkadaşlarına acıyordu.
O ışık; soytarıların, kuklacıların büyük bir meziyetle kendilerine gösterilenlerin aslında kandırmaca olduğunu anlamalarını sağlayarak, tüm bunların gölge oyunundan başka bir şey olmadığının farkına varmalarını sağlayacak. Dahası aydınlığa alıştıkça, ezelden beri dar kalıplar içinde yaşatılarak kendilerine izletilenin gerçeğin önündeki bir örtü olduğunun bilincine vararak zanlarından kurtulacak… Peki geride kalanlar? Onlara kim kendilerine gölgelerden oluşan sanal bir dünyada oldukları gerçeğini nasıl anlatacak? Öyle ya gerçeği ifade etmek, kabullenmek sadece zahmetli değil, aynı zamanda oldukça tehlikeli. Bununla birlikte mağaraya dönmeyerek oranın sakinlerinin sabit fikirlerinden, ön yargılarından “şerrinden” korunacak!
Bu durumda siz olsanız hangisini seçerdiniz? Buna cevap vermeden isterseniz gelin, bu mitostaki simgelerin anlamına bir bakalım:
Tabii ki öncelikle Platon’un idealarının ne anlama geldiğini bilmek gerekiyor. Ancak ideaları anlamak o kadar da basit bir şey değil. Yüzlerce yıldır tartışılan bir konu. Kimisine göre ‘şeyin’ formu, kimisine göre hakikat, kimisine göre ise kötülüğü içinde barındırmayan iyi olan şey… Bu tartışma bu köşeye de bizim bilgi dağarcığımıza da sığmayacak kadar geniş bir konu; malum herkesin her şeyi bildiği yerde “haddimizi bilmek” gerekiyor.
Kendisine biçilen hal elbisesini giymek ile kalıpların yani mağaranın dışında olmak iki farklı olgudur. İnsanlık yüzlerce değil binlerce yıldır kendisine, “kendisi için” sunulan toplumsal dayatmaların zihinsel, bedensel ve ruhsal olarak esareti altındadır.
Arkası yarın