Ezelden Ebediyete: Cehaletin Boyutları

YAYINLAMA: 10 Mayıs 2024 / 13.50 | GÜNCELLEME: 10 Mayıs 2024 / 17.16

Yazılı tarihin başından beri insanlık birçok hastalıkla, salgınla uğraşmak zorunda kalmış ve bunun sonucunda çok büyük acılar, trajediler yaşamış olsa da sebep olan hastalıklardan kurtulabilmeyi başarmıştır. Ancak ezelden beri insanlığın üzerinden atamadığı adeta bağımlılık kazandığı bir takım hastalıklar vardır. Bunlar, onca tecrübe ve gelişmelere karşın hala varlığını sürdürmeye inatla ve kararlıkla devam etmektedir. Bu hastalıklar cehalet ve gaflet olarak bilinir. Yapılan onca müdahale ve mücadeleye rağmen, insanlığın büyük bir kısmı Ortaçağın karanlık dehlizlerinden aydınlığa yani kemale ermeyi başaramamıştır. Gelin şimdi cehalet ovasında gafil bir şekilde yaşayanların durumunu daha yakından irdeleyelim.

İnsan iki kez doğar; ilki annesinden, diğeri ise özünden doğmasıdır. Anneden doğan saftır, halistir. Ancak zihin “Tabula Rasa” (John Locke) yani bilgisi, deneyimi olmayan boş bir levha gibidir (Bunu sıfır bir sabit disk olarak kabul edebilirsiniz). Ancak öğrenme azmi ile dolması/dolabilmesi için o levhanın bir işlemciye sahip olması, etkin bir şekilde çalışması/çalışıyor olması yani okuması, yazması, anlaması, idrak etmesi ve üretmesi gerekir ki işte o an insan kendisinden doğabilsin. Kendinden doğanlar, kendisine biçilmiş hal elbisesine sığmayıp hiçten var olanlardır. İngilizce “existence” sözcüğü varlık ya da mevcudiyet anlamına gelir. Existence, bir insanın bedeni ile değil, akıl yetileri ile var olması anlamına gelir. Bir nevi Descartes’in “Cogito Ergo Sum” yani “düşünüyorsam öyleyse varım”. Ben bunun ‘aklımı kullanabiliyorsam varım’ olarak anlaşılmasını istiyorum. Akıl yetisi kullanıldıkça ve geliştikçe levha dolar ve karanlıklar aydınlanmaya başlar. Aydınlanan insan, mağaradan çıkıp kendisine gösterilmiş imgelerin aslında bir hayal, bir gölge olduğunun farkına vararak sürüden ayrılır ve tek başına kalsa da yoluna devam ederek doğruyu bulur. Bir Kardelen çiçeği misali en zor şartlar altında ortaya çıkarak yaşamına devam eder. Lakin öğrenme sürecinin henüz bitmediğini ve aslında öğrenme eyleminin sonsuza kadar süreceğinin de farkında olur.

Doğuştan boş levhasının dolması için çaba göstermeyen cahil, buna karşın boş olmasına rağmen levhasının dolu olduğunu iddia eden ise gafildir.

Hadi gelin işe hep birlikte cahil sözcüğünün arkhesinin dilimize nasıl geçtiğini araştırarak başlayalım. Cahil sözcüğü etimolojik olarak Arapçada ‘chl’ harflerinden oluşan kısaca öğrenmemiş, bilmeyen ya da bilgisiz anlamına gelirken, yine Arapçada ‘gfl’ harflerinden oluşan gafil ise, “habersiz, aymaz, bilinçsiz” anlamına gelir. Cahil ve gafilin yanında bir başka önemli sözcük ise tahmin ettiğiniz gibi akıldır. Aklın arapça karşılığı da ‘aql’dır.  ‘Aql’ yani akıl, varlığın devamı için gerekli sağlam bilgi misali seni fırtınadan, kötülükten, zor şartlardan koruyan akıl anlamında “sağlam halat” demektir. Bununla birlikte ‘aql’ yanlışla doğruyu ayırt etmeye yarayan rasyonel yetiye sahip olmaktır. Rasyonel ratio’dan gelir. Ratio ise oran demektir. Yani iki şey arasındaki farkı görebilmek, anlayabilmek, kavrayabilmek ya da idrak edebilmeyi sağlamaya yarayan muhakeme yetisidir.

Chl’nin yanında bir de ‘cehl’ vardır. Bu da çölde yörüngesini kaybetmiş, yolunu şaşırmış, ne yaptığını, ne aradığını bilmeden gezen deveye verilen isimdir ‘Cehl’. Bunlar genelde deve yavrularıdır. Tecrübesiz ve bilgisizdirler. Çölde yakalandığı kum fırtınası misali halatını koparıp, bir başka deyişle sağlam bir bilgiye veya deneyime sahip olmadığı için bağlandığı kazıktan halatını/ipini koparıp önüne kim çıkarsa sığınmaya hazır biçaredir. Akıl yetisine bir başka deyişle ‘ratio’ ya sahip olan ise ne yaptığını ne aradığını bilir, eline, beline ve diline sahip çıkar. Sahip olduğu akıl yetisiyle irrasyonellikten uzaklaşır.

“Bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Bir şeyi bilmediğini iddia etmenin de bedeli ödenmiştir. Gelin Sokrates’in macerasına bir göz atalım. Sokrates’in yakın bir arkadaşı (Khairephon) onun başını yakacak olan bir işe girişecektir. Ancak bu girişim Sokrates’in adının ölümsüzler arasına girmesine sebep olacak bir baş ağrısıdır. Khairephon’un -Apollon’a adanan tarihin en meşhur kehanet/bilgelik merkezlerinden birisi olarak bilinen- Yunanistan’daki antik Delfi (Delphi) kentindeki tapınağın en büyük kâhinine (Delfi’deki kahinler yalnızca kadınlardan oluşuyordu) “Socrates’ten daha bilgesinin olup olmadığını” sorar. Oracle yani Baş  Rahibe de cevap olarak: ‘hiç kimse’ der ve böylece Sokrates’in yaşamındaki geri sayımı da başlatmış olur.

Dünyadaki en cahil insanlardan birisi olduğunu düşünürken bu cevaba şaşıran Sokrates, tanrıların söylediklerinin yanlış olamayacağı düşüncesiyle bunun büyük bir yanılgı olduğunu ispat etmeye çalışır. Başta zamanın Atina’sında bilgiye sahip olduğunu düşündüğü ne kadar aristokrat sınıfa giren varsa sorgulamaya başlar. Sorguladıkça da iletilen kehaneti doğrularcasına ortalıkta gerçekten bilen bir bilge olmadığı kanısına varır. Fakat bilir ki kendisi de bilge değildir. Zaman geçtikçe anlar ki kahinin ortaya attığı kehanet aslında şuna işaret etmekteydi. Bu gezegende “bilmediğini bilen” birisi varsa o da Sokrates’ten başka birisi değildi. İşte Sokrates’i en bilge kişi konumuna getiren şey de bilmediğini bilmesiydi. Sorguladıkları ise bilmediklerini bilmeyen zavallılardı ki bunlar da ‘double ignorance’ yani iki kez ya da iki kat cahil -hem bilgisiz hem de bilgisi olmadan bildiğini sanan zevat- olarak adlandırıldı. İşte bunlar iki kez ya da iki kat cahil oldukları için gafil mertebesinde olanlardır.

Peki Sokrates’in cehaletine ne ad verilebilir?  Bir Alman filozof ve teolog olan Nicholas of Cusa tarafından yazılan Felsefe ve Teolojiyi konu alan bir kitapta geçen ''docta ignorantia'' başka bir deyişle ‘öğretilmiş cehalet’ veya Sokratik Cehalet olarak da adlandırılabilecek bu kavram kelimenin tam anlamıyla bunu açıklar: İnsan kendisine verilmiş olan sınırlı kapasite ile doğaüstü veya ilahi bilgiler başta olmak üzere her şeyi bilemez. Yani insan sınırlı bir varlıktır. Onun kapasitesini aşan bir gerçek vardır. Buna da ‘aşkın dünya’ denir. Bu sorgulama (Sokratik sorgulama) sonucunda Sokrates, Oracle’ın (baş kahinin) kehanetinin de doğru olduğunu kabul etmiş olur ama bu bir katlık cehaletinin bedelini canıyla öder.

Bunun yerine, diğerleri gibi bilmediğini bilmeyen yani iki kez cahillerden olsaydı yaşamına devam edecekti oysa... Fakat bu olay Sokrates’i -sadece insanlık tarihinin en büyük filozofu olarak değil- felsefe kuramını Sokrates öncesi ve sonrası olarak belirleyen büyük bir filozof haline de getirmiştir. (Fanatiği olduğum bir başka büyük filozof olan Nietzsche’nin Sokrates’e yönelik tüm eleştirilerine rağmen bu görüşüm değişmeyecek!) İnsanın kendi cehaletinin farkında olması Umberto Eco’nun dediği gibi “insanın kendi cehaletinin bilincinde olması, ‘bilgelik sevgisi’ anlamındaki felsefenin zorunlu bir koşuludur.” Sokrates’in adının öncesi ve sonrası olarak tarihe altın harflerle yazılarak âdete ölümsüzleştirilmesindeki sır da burada olsa gerek.

Cehalet tabii ki kötü. Yunus Emre başta olmak üzere, birçok insan bunu çok sert bir şekilde dile getirmiştir. Yunus Emre:

Câhil kimse, aşksız kimsedir. Aşksız kimse de insan değil ancak hayvan olur. Hayvanlar ise laftan, nasihatten anlamaz. Onlar, içgüdüleriyle hareket ederler. Ayıbı günahı, helali, haramı bilmezler. Bunun için hayvanların sorguya suale çekilmeleri de gerekmez. Çünkü onlara düşünme ve akıl yürütme yeteneği verilmemiştir. Nitekim hiçbir canlı kendine bahşedilmemiş bir yetenek sebebiyle hesaba çekilmeyecektir. İnsanoğlu ise öyle değildir. Akıl bahşedildiğine göre aklını nasıl kullandığından da sorumlu olacaktır. Ne var ki akıl sahibi olduğu hâlde birçok insan, aklını hakkı ve hakikati araştırıp öğrenmek yolunda kullanmaz.” (Bayram, 2022).

Bunun dışında “double shot”un -yani iki kez cahilin- cehaletin farklı versiyonları bulunmaktadır. Bunlardan birisi ‘Dunning-Kruger Effect’ olarak bilinir. Cahil cesareti, yani kısaca gafil olarak da çevrilecek bu etki, sahip olunan bilgi ile duyulan özgüven arasındaki ters orantılı ilişkiye dikkat çeker. İnsanın az, hiç ya da yanlış bilgiye sahip olmasına rağmen, özgüveninin tersi yönde tavan yapması anlamına gelmektedir. Hiçbir yeteneği, bilgisi olmayan insanların üstün yetenek ve becerilere sahip olduğu illüzyonu içerisinde olmaları teşhis edilen en temel göstergelerdendir.

Cehalet (Chl’ye dikkat!) kavramı başta İbn-i Sina olmak üzere islami kaynaklarda da farklı boyutlarda incelenir: Birincisi, Cehl-i Basit yani bir shot’lık cehalet; ikincisi ise Cehl-i mürekkep -bilmediği yetmezmiş gibi bunun aksini iddia eden şuursuz anlamına da gelecek iki shot’luk cahil- olarak çevrilebilir. “Cehalette sınır yok” misali sonuncu tanımlama da hem bilmeyen hem bildiğini bilmeyen dahası tüm bunlara rağmen en doğruyu bildiğini sanan ve bunu iddia eden -yani gafilin gafili olan- Cehl-i Mik’ap olarak yapılmaktadır.  Bu da üç kez cahil anlamına gelir ki İbn-i Sina bu üçüncü cehalet boyutunu “tedavisi mümkün olmayan hastalık” olarak adlandırır.

Cahil ile gafil arasındaki farkları şu şekilde örnekleyebiliriz, sanırım:

Cahil deve yavrusu gibi ortalıkta gezinirken gafil güneşe en yakın gezegen olan Merkür’de yaşasa da gün ışığını arar.

Cahil bilmediği için mahcubiyet duyarken gafilin yüzü kızarmak nedir bilmez.

Cahil bilmez ama sıradan bir şekilde yaşarken, gafil sınırlı kapasitesi ile yanlış bilgiye sahip olduğunu bile bilmeden burnu havada bir şekilde ortalıkta cirit atar.

Cahil haddini aşmamaya çalışabilir, ama gafilin böyle bir kaygısı olmaz.

Cahil aynı rüzgarın bir yaprağa iki defa çarpmayacağını öğrenebilir gafil ise “sonsuza kadar deneyelim” der.

Üçüncüsü ise Lokman Hekim’in dahi kapsama alanının dışında yer alır! Konumuza sonradan eklenense –gafilin gafili- artık Lokman’ın “bırakın ne yerse yesin” dediği umutsuz vaka aşamasıdır ki, bunun için yapacak bir şey yoktur.

Sonuç olarak, cehalet hangi aşamada olursa olsun ciddi bir hastalıktır. Birincisi, yani bir shotluk cahilin tedavi olma ihtimali yüksek olsa da ikincisi yani 2 shotluk cahilin durumu vahimdir. Epiktetos’un sözünü ettiği gibi “Bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkansızdır.” Bütün bunlara rağmen, bu klinik tablo az da olsa umudu içerir. Her ne kadar cehalet ovasının tesadüfen dünyaya gelmiş bir günlük çocuğu olsak da insana bahşedilen o boş levhanın, aslında işlenecek bir cevher olduğunu idrak edip bir deve yavrusu misali ortalıkta başıboş gezinmeyelim.

Not 1: Bu yazıyı yazarken haddimi aşarak takındığım cahil ötesi cesaret için sizlerden özür dilerim. Lakin şunun da aklınızın bir köşesinde kalmasını isterim:

“Çaresiz Yunus’un altın kıymetindeki sözlerini (kendini bilmeyen) câhillere söylemeyin.

(Söylerseniz o altın kıymetindeki sözleri) bakır para değerine düşürür.” (Bayram, 2022).

Not 2: Bu yazıyı okuduktan sonra, görüşlerini yazının altında yorumlayacak ilk 5 okura Nilüfer Köylüoğlu’nun ilk romanı olan Verda’yı armağan edeceğim. Bu okurlarımız bana instagramda yucesophos ya da aliyuc@gmail.com hesabıma adreslerini yazdıkları taktirde kendilerine kitapları ulaştıracağım.

 

Kaynakça

Bayram, Yavuz (2022) 21. Yüzyıla Bakan Yönüyle Yunus Emre’nin Şiirlerinde Câhil ve Anlam Çerçevesi, Yunus Emre (Hayatı-Düşünceleri-Eserleri), 2022, s. 125-139

Ezelden Ebediyete: Cehaletin Boyutları
YORUMUNUZU YAZIN, TARTIŞMAYA KATILIN!
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *