Eğitim Sorunlarının Temellendirilmesi (1): “İki Oğlun Olacağına İki Tayın veya Buzağın Olsaydı”
Varlıklarıyla gurur duyduğumuz, üzerlerine titrediğimiz çocukların geleceğine dair duyduğumuz kaygılar, insanlık tarihi kadar eskilere dayanmaktadır. Günümüzden yaklaşık 2400 sene önce yaşamış Sokrates de bu kaygıları duyanların başında yer alırdı. Hayatı boyunca insanlara ihtiyaç duydukları bilginin dışarıda değil kendilerinde saklı olduğunu, onu keşfettikçe erdemli bir insan olarak kötülükten uzaklaşarak iyi ve mutlu insan olacaklarını anlatmaya çalışırdı. Sokrates bunu yaparken herkesin yaptığı gibi kendisinde var olan bilgiyi insanlara doğrudan aktararak yapmamıştır. Bu klasik yöntem yerine adeta bir arkeolog gibi sahip olduğu düşünülen bilgilerin altını kazıyarak, kurcalayarak, deşerek öğretilmesi gerektiğini söylemişti. Bu öğretim modeline “Sokratik sorgulama” adı verilmiştir.
Bu yöntem klasik öğretim sisteminden epeyce ayrılmaktadır. “Radyo spikerliği” adını verdiğimiz klasik öğretim sisteminde sorarak, merak ederek, keşfederek öğrenme gibi kişinin zihinsel potansiyelini, analitik düşünce yetisini geliştirecek uygulamalar denklem dışında tutulmuştur. Bununla birlikte bir başka eğitimin karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi de düşünme yetisinin kullanılmasında itinayla(!) kaçınılmasıdır. Roma şairi Horatius’un ‘Mektuplar’ında geçen "Dimidium facti, qui coepit, habet: sapere aude, incipe." Yani "Başlayan yarısını bitirmiş demektir: (kendi aklınla) bilmeye (düşünmeye) cesaret et, (hadi) başla." Büyük filozoflardan Kant bu düşünceden yola çıkarak en önemli kitaplarından birisi olan “Aydınlanma Nedir?” eserinde “Sapere Aude” özdeyişini kullanarak onun adeta bir motto haline gelmesini sağlamıştır. İnsanlığa bahşedilen en yüce armağan olan düşünme yetisinin insanlar tarafından kullanılmaktan korkulması üzerine böyle bir sözün bayraklaşmış olması da irdelenmeye muhtaç önemli parametrelerden birisidir.
Ancak sorgulamaya ve aklını kullanma yöntemlerine dayalı gerçek bilgiye ulaşma çabaları tarihin her döneminde olduğu gibi kurulu sisteme, siyasi ideolojilere ve inanç sistemlerinin dayandıkları “uysal insanı” yaratarak varlıklarını devam ettirme projelerinin karşısında bir tehdit olarak görülmüştür. Kalıpların dışında bir sistemi isteyenler her daim toplumsal düzenin düşmanları olarak hedef tahtasına konularak onlara büyük bedel ödetilmiştir. Bu bedeli ödeme pahasına sisteme rest çekenler de olmuştur. Bunların başında iki büyük insan gelmektedir; birisi Filozof olarak Sokrates diğeri ise Rönesans’ın itici güçlerinden olan rahip Giordano Brono’dur. Sokrates kaçabilme fırsatı varken kendi eliyle baldıran zehrini içerek hayatına son verdiğinde adını tarihe yazdırmıştır. Bruno ise manastırların mahzenlerinde saklanan kitapları okuyarak, gökyüzünü gözlemleyerek kendisine aktarılan tüm bilgilerin aslında aldatmaca olduğunun farkına varmıştır. Bu bilgileri ifşa etmeye başlayınca da 224 sene önce Katolik Kilisesi tarafından yüzüne demir maske geçirilip yakılarak öldürülmüştür. Ancak o bu bedeli ödemeye razı birisi olarak bu kararı veren köle ruhlu efendilerin suratına karşı şu ölümsüz sözleri söylemiştir: “Benim ölüm fermanımı bildirirken bile siz benden daha çok korkuyorsunuz.”
Düşünmeye cesaret etmek her şey midir? Yunanistan’ın Parnasos Dağı'nda bulunan Delphi tapınağının girişinin üzerinde 4 sütun üzerinde gizemli üçgen şeklinin hemen altında “Nosce Te Ipsum” yazar. “Kendini Tanı!” ya da “Kendini Bil!” Ben bunu daha çok insanın kendisini tanıması olarak tercüme edilmesini tercih ediyorum. Kendisini tanımayan insanın zihin sistemi mükemmel çalışıyor olsa da kim olduğunu, ne olduğunu, gayesini, haddini ve sınırlılığını bilmeyen bir insanın aradığı mutluluğu ve huzuru sağlamaya ne kadar yeter?
Gelin isterseniz şimdi devlet sistemini büyük bir ata, kendisini ise atı kendisine gelmesi için sürekli rahatsız etmesi gereken bir at sineğine benzeten, düşünceleri ve yaklaşımıyla felsefe tarihinin Sokrates öncesi ve sonrası olarak belirlenmesine yol açan bu büyük filozofun ilk duyduğumda beni önce gülümseten gülümsettikçe düşündüren bir anlatısını okuyalım.
“… Bir gün, bilgiciler (sofist) uğruna dünya kadar para harcayan Hipponikosoğlu Kallias’a rastlamıştım. Bu kişinin iki oğlu olduğunu biliyordum, onun için kendisine sordum: ‘Kallias!’ dedim. ‘İki oğlun olacağına iki tayın veya buzağın olsaydı bunları eğitecek birini bulmakta zorluk çekmezdik; onları kendi doğalarının olanaklı kıldığı ölçüde yetiştirecek ve olgunlaştıracak bir seyis veya bir çiftçi tutardık; madem ki birer insandırlar, onları eğitimleri için kime gönderebileceğini biliyor musun? Onları bir insan ve bir yurttaş olarak yetiştirecek biri var mıdır? Herhalde, oğulların olduğuna göre bu konuyu düşünmüşsündür? Ne dersin, böyle bir kimse var mı?’ (diye sorduğumda) Kallias bana, ‘Evet, var.’ dedi. ‘Öyleyse kim? Nereli? Derslerini kaça veriyor?’ diye sorunca, ‘Paroslu Evenos dersine beş mina alıyor.’ yanıtını verdi. O zaman kendi kendime düşündüm ve dedim ki: Evenos gerçekten böyle bir bilgin ise, bu bilgisini bu kadar ucuza öğretiyorsa, doğrusu mutluymuş. Bende de böyle bir bilgi olsaydı, gerçekten ben de gurur ve sevinç duyardım fakat Atinalılar, doğrusu benim böyle bir bilgim yoktur.”
Bu anlatıyı tabii ki daha sonra ayrıntılı irdeleyeceğiz. Lakin öncelikle “eğitim sistemlerindeki temel sorunları” kurcalamamız gerekir diye düşünüyorum.
Birçok anne baba, çocuk sahibi olduktan hemen sonra mutluluk duyar. O yeni doğan çocuğun verdiği sevinç çok geçmeden yerini; “büyüyünce ne olacak, hangi okula gidecek, hangi mesleğe sahip olacak, yaşamını nasıl kazanacak” gibi sorulara ve zihinlerini meşgul eden diğer olgulara bırakarak ebeveynler yaşamlarının geri kalan kısımlarını kaygıyla geçirmeye başlarlar. Yukarıdaki pasajda Sokrates’in sorduğu gibi kişinin iki tayı ya da buzağısı olsaydı duydukları endişeleri gidermek biraz daha kolay olacaktı ama sahip olunan varlıklar insan! Bu insanların kimseye muhtaç olmadan, konfor içerisinde, akranlarından daha özel ve önemli bilgi ve yetiye sahip olarak yaşamlarını kazanmaları gerekiyor. Dolayısıyla eğitim isimli sihirli asa ile; tüm kapalı kapılar açılacak, tüm dertler giderilecek, hayatın tüm zorluklarının üstesinden gelinecek. Fakat bir saniye! Kaygılar çocuk büyüdükçe artarak devam ediyor… Artan kaygıları gidermek için özel dersler, dershaneler, etütler gibi -kerameti kendinden menkul- cephanedeki yedek kaynaklar devreye girer. Ebeveynler başlarlar bu kaynaklara dört elle sarılmaya. Eğitim adeta bir kurtarıcı araç haline gelir. Ancak olmuyor! Tüm bu geleceği sağlama alma çabalarının işe yaramadığı görülünce duyulan kaygılar hayal kırıklıklarına, umutsuzluğa ve tabi ki mutsuzluğa dönüşüyor. Sorun neredeydi acaba? Çocuklarımızı yetiştirecek bilgelerimize ödeyecek yeterli servetimiz olsa da hedeflere bir türlü ulaşılamıyor. Neden acaba? Sorun çocuklarda mı, eğitim sisteminde mi? Sokrates’ten (Sümerler demedim) çağdaş davranış bilimcilere ve eğitim teorisyenlerinin dönemine kadar geçen süre yaklaşık 2300 sene içerisinde yaşanan onca gelişmeye rağmen hâlen ideal bir eğitim sistemine neden sahip olamıyoruz? Bu durumda çocuklarımızı nasıl bir eğitim sistemi ile hayatlarını kazanacak mesleklere hazırlayacağız? Hangi sistemle o çocukların zihinsel ve bedensel aygıtlarını işlevsel hale getireceğiz? Peki ya toplumlar? Onlar varlıklarını sürdürmeye nasıl devam edecek?
Bir elektronik cihazın kullanıcının beklentilerini karşılayabilmesi için asgari sahip olması gereken donanımların (hardware) başında bir kasası (kafatası), işlemcisi (beyni), anlık bilgiye ulaştığı bir belleği (RAM), bilgilerin kalıcı olarak saklandığı bir hard diski (Hafıza) olmak zorunda. Tabii ki tüm bunların kusursuz bir şekilde çalışmasını sağlayacak mantık ve algoritma gibi temel bilgiler ışığında geliştirilmiş yazılımlardan (software) oluşan bir işlemcinin (processor) de olması gerekiyor.
Çocukların zihinsel kapasitesini bir bilgisayarın belleğine (Memory) benzetecek olursak orayı hangi bilgilerle dolduracağız? Bellek tamamen eski-yeni verilerle dolsa bile onu işleyecek yeterli ve etkili bir işlemcinin eksikliği ya da yetersizliği ile o veriler önce malumata, sonra da bilgiye nasıl dönüşecek? Burada kritik kavramlar olan; veri, malumat ve bilginin ne olduğunu kısaca açıklamamız gerekiyor. Bunlara literatürde DIKW piramidi adı verilir. Bilginin temel taşlarının birer parçası olan DIKW; Data (Veri), Information (Malumat), Knowledge (Bilgi) ve Wisdom (Bilgelik) sözcüklerinin ilk harflerinden oluşan bir kısaltmadır. Veri, beş duyu organımızla topladığımız ancak zihinsel açıdan tam olarak algılayamadığımız “ham” yani “işlenmemiş” dijitlerdir. Malumat ise işlenmiş, kategorilere ayrılmış ancak ne olduğuna, kim olduğuna, nasıl olduğuna henüz karar veremediğimiz bilgi yığınlarıdır. Bilgi ise ölçülmüş, biçilmiş, zihinsel olarak açıklayabildiğimiz, ifade edebildiğimiz şeyleri ifade eder. Bilgelik ise elde edilen tüm bilgiler arasında bağlantılar kurabilme, onları sentezleyebilme mertebesidir. Bir örnekle bunu şu şekilde açıklayabiliriz diye düşünüyorum. Puzzle’ın parçalarına veri; parçaların kutusunun üzerindeki şekle göre yerleştirilmesine malumat; ortaya çıkan şeklin ne anlama geldiğine bilgi ve onunla ne yapılabileceğine karar verebilme muhakemesine yani marifete sahip olmaya ise bilgelik denir.
Yazımın ana konusundan uzaklaşmış gibi görünsem de aslında tam da burası; cephanedeki tüm kaynakların kullanmış olmamıza rağmen neden hala kaygılarımızdan kurtulamadığımız, tüm gelişmelere rağmen eğitim sisteminin neden insan eğitimini bir türlü beceremediği sorularına cevap veriyor. İnsan zekâsının ürünü olan bilgisayarlar kendisine aktarılan verileri işleyerek bize malumat verebilirken en gelişmiş eğitim modelleri bile bireylerin belleğine sadece veri yığını yağdırmaktan öteye geçemiyor. Yani ne yazık ki onca emek, çaba ve para harcamasına rağmen bilgi piramidinin ikinci mertebesine yükselemiyoruz. Yer, mekan ve zaman değişse de sonuç değişmiyor. Kişiler (hükmedenler ve hükmedilenler) ve ideolojiler değişiyor ama eğitimin patolojik durumu değişmeyerek her geçen gün daha da vahim hale geliyor. O zaman bu sorunun merkezinde “değişim” sözcüğünün kendisi yatıyor olmasın? Peki bu ne anlama geliyor olabilir? Veriyi malumata ve sonrasında bilgiye neden dönüştüremiyoruz? Cevabını aradığımız soru aslında “değişimin değil dönüşümün neden gerçekleşmediği” olmalı. Devam edecek.
Kendinizi tanıma yolunda düşünce gücünü korkmadan kullanmamız dileğiyle bayramınızı kutluyorum.