Hayatı Kovalamak Hem Zor Hem Hoştur
Bir şeyler yazarken ya da anlamak için didinirken, elbette son zamanların dışsal ya da nesnel etkilerinden bağımsız kalamıyoruz. Doğamız, kendi başına gerçeği ve gidişatı belirlemeye yetmiyor; olanlar karşısında sabit duramıyoruz. Üretmekle tüketmek arasındaki dengeyi sürekli aşındırıyoruz.
Her ne kadar ilerideki bir hedefe kilitlensek de yaşamak doğulan anda başlar; hayatın eğimi, yamacı, patikası ve sertliği, insanın dokularını tamamlar. Tüm yaşam boyunca aynı yoldan gitmişiz gibi bir duyguya kapılırız. Oysa yolumuz birden çok kez kesilmiştir. Birçok defa geçtiğimiz virajlar zamanla daha da keskinleşmiş, hiç ummadığımız anlarda yolun yukarısından geri dönüp vazgeçişlerimiz olmuştur.
Bazı anlarda nerede durduğumuzdan-ya da kaldığımızdan-emin olamayız. İyice bitmiş bir yerde miyiz, yoksa ne olduğunu söylemeyen bir yöne doğru mu sürüyoruz motorumuzu?
Sessizlik, yorgunluk ve güneşin batışı, bu aşağı yukarı dönen kesitlerde iyice yaşanır. Bu yüzdendir ki ayaklarımız sıkılıkla kaygan zeminlerde yıkılma duygusuna kapılır. “Bilmiyorum”, “düşünemiyorum” ya da “düşünemeyecek kadar yorgunum” desek de nasıl kısalacağını bilmeyen yollar içimizde uzadıkça uzar.
Bazen hayatın gölgeleri uzaktan değer, bazen de yukarıdan aşağıya sarıp sarmalar; tüm kumlu göğsünü üzerimize boşaltır. Gerçekten, hayatı kovalamak hem zor hem de hoştur.
İçinde yaşadığımız dünyanın güvencesi, güzellikleri ve özgün formları; onu öteki düşünen varlıklarla paylaştığımız ölçüde armonisini bulur. Belki de birbirimize, bizi önüne katan yaşamın nasıl uzadığını ve karartılarının neden asla bitmeyecekmiş gibi göründüğünü anlatmamız gerekir.
Bazen de kapıyı nasıl açtığımızı, nasıl kaçtığımızı; kapının yanında hazır duran parmaklıkları görüp hissettiğimizi ama konuşamadığımızı itiraf etmek gerekir. Evet, hayat her yönden sonsuza dek uzanır ve burada yürümek dışında bir ihtimale de bağlanamayız.
Farz edelim ki bir romanın derinliğine, bir ormanın kıyısına ya da bir zirvenin yamacına tutunmaya çalışıyoruz. Hangi yolda çatır çutur eden korkular yoktur ki? Karşıdan esen rüzgârlar elbette hızımızı keser, yönümüzü değiştirmeye zorlar; ama iştahımızı engelleyemez.
Belki de fırtınalar üzerine genişçe yazma şansımız olsaydı, bu buz havalar bize bu kadar ürkütücü gelmez, bizi bu denli sindirmezdi. İnsan, anlamak için emek vermediği şeyden; çözümlenmesi karmaşık bir denklemden korkar.
Çok şeyi birden aklımıza ve duygularımıza yüklemeye gerek yok. Yapabileceklerimizi ve yapmamız gerekenleri bilmek kadar erdemli bir bilgi yoktur.
Örneğin, insanlar binlerce yıllık ayrımcılığı kavrayabilseydi; ırkın sanıldığı kadar büyük bir özellik olmadığını, cinsiyetin kurgulandığını, hiçbir coğrafyanın kutsal olmadığını anlayabilseydi, bugün yeryüzünde hepimiz daha anlaşılır olur, birbirimizi daha çok anlardık.
Elbette bu dönemin insanı da duyulması gerekeni duyuyor. Neyin önemli olduğuna, hangi durumlarda hangi niteliklere sarılıp düşünmek gerektiğine dair yeterli vicdani çabayı çoğu zaman göstermiyor. Kendi mevcut konumunu sorgulatacak soruları ve riskleri almıyor; düşünmemeyi tercih etmenin yarattığı acizliği öfkeyle gizliyor.
Sonuçsuz kaldığında ise ileri geri savrularak saldırıya geçiyor; seveni, sevgi besleyeni, varoluşa, doğal hayata, barışa ve özgürlükle eşitlik eşiğini aşmaya çalışanları yıpratmaya, hatta uçuruma itmeye kalkıyor.
Oysa insanı insan yapacak olan yüzleşmektir: Kötüye karşı nerede durduğumuzla, haksıza ve zulmü besleyene karşı ne kadar net olduğumuzla, ırkçıya, gericiye, imha edene, cinsiyetçiye ve zararlı olana karşı cesaretle ne kadar yol alabildiğimizle yüzleşmek.
Elbette bu hayatta öğrenciliğimiz hiç bitmeyecek. Ama öğrencilik, tatlı tatlı ve uslu uslu dinlemenin ötesine geçmeli. Yanlışa karşı tepkisi, sınırları olmalı; doğruyu içselleştiren insanla zorlu tepeler aşılabilir ancak.
Unutmayalım: “Bir milyon adımdan birini bile kötü attığımızda, ayağımızın burkulma ihtimali vardır.”
Yararlanılan Kaynak ve alıntılar:
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı – Robert M. PIRSIG
